Yaslıyım (1)
“Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lal…”
Çanakkale’ye saldırı, İstanbul’un;
Bursa’nın ve ülkenin orantısız güçle ele geçirilmesi nedeniyle şairimiz Mehmet
Akif Ersoy; derdini mısralar aracılığıyla şöyle döker: “Ülkenin içine düştüğü
bu kimsesiz ve çaresizliğe çok üzüldüm, bunaldım ve ruhum sıkıldı. Bu sıkıntıyı
hafifletmek için şehir dışında; kimsenin olmadığı sessiz bir vadide yürüyüşe
çıktım. Her tarafı ıssızlık, her tarafı karanlık sarmıştı; etrafta ışık, gelen
giden, ses yoktu! Bütün varlık dünyasının dili tutulmuş, konuşamaz duruma
gelmişti! Kendi kendime şunları düşündüm: “Kimse yok mu, nerede bu
insanlar, hani dostlar, sevgililer, neredeler; bütün her yer yokluk mu? Bari
”Yok! “ der, bir sada yok mu?”
“Ki vadiden bütün, yer yer eninler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevca mevc demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-u Mahşerdi!”
“Öyle ki ben bunları düşünürken;
bu sessizlik ortamında benim duygu dünyamda fırtına ve tipi vardı. Bana göre o
anda vadinin içinde inleme, acı acı feryatlar, imdat çığlıkları vadiyi öyle
doldurmuştu ki vadi bir okyanus gibi dalgalar halinde çağlayıp uğulduyordu.
Öyle ki bu korkunç ses ve uğultular karşısında ağaçlar ve taşlar bile
ürpermişti. O anda mahşerin suruna üfleniyor gibi geldi bana!”
”Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi yoksa biçarelerin felahı?”
“Hz. Musa’nın (a.s) kimsesiz,
yardımsız, aç ve yorgun olmasına rağmen zorbalar izin vermediği için güçsüzlerin
susuz bekleyen koyunlarını suladıktan sonra bir ağacın altında, gölgede oturup kimsesizliğine, garipliğine yanıp derdini Sonsuz
Acıma Sahibi’ne arz ederek yardım istediği ve yıldırım hızıyla ona
yardımın yetiştiği aklıma geldi ve ben de Evrenin Sahibi’ne
ellerimi açıp yalvararak yardım istedim.”
“Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bu gün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kainatın şen.
”Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım.”
“Yüce Yaratan’a dua ederken, bu
ortamın sessizliğini bozacak bir ses duydum: Evet bir bülbül acı acı öterek
sesler çıkarıyor; ağlayıp sızlayarak yas tutuyordu! Bülbülün bu feryat ve
üzüntüsünden etkilenerek ben de heyecanlandım ve kendi durumumu, bülbülün durumuyla
karşılaştırdım. Düşündüm ki bülbül bana haksızlık ediyor. Bülbüle şöyle sitemde
bulundum: Senin arkadaşların var, yuvan var; güzelim bahar günlerinde oradan
buraya ümitle uçup eğleniyorsun! Bu kadar bağırıp çağırmanın, kıyametler
koparmanın ne gereği var? Bu kadar feryat edecek ne var? Sen daha dert
görmemişsin! Benim derdimin yanında seninki de dert mi? Yemyeşil ağaçların
içinde, yüksekçe bir yerde olan zümrüt yeşili tahtının üzerinde oturup gökte
bir saltanat kurmuşsun; bütün dünya işgale uğrayıp ayaklar altında çiğnense
yine de senin yurdun yükseklerde olduğu için böyle bir risk taşımadığından
kimse ilişemez! Hem sen, bugün bu yemyeşil zümrüt vadi olan yurdunu
beğenmediğin zaman, kolayı var; hemen kırmızı güllerle süslü bir gül bahçesine
göç eder; orayı yeni bir yurt edinirsin. Bu neşeli yeni yurtta; için neşeli,
dünyan neşeli bir şekilde gezer dolaşır oradan oraya kanat çırpar eğlenirsin. O
halde bütün bu güzellikler ve rahatlıklar, özgürlükler içinde sen hala ne diye
bağırıp çağırarak üzüntülerle yas tutarsın? Neden küçücük, bir damla kan
taşıyan göğsünde koskoca bir okyanusun suyunun çağlayıp dalgalar halinde
çıkardığı uğultular gibi sesler çıkıyor? Bütün bunlar karşısında sen de kabul
etmelisin ki yas tutmak senin hakkın değil; yas tutacak biri varsa o da benim!”
Bu edebi ve tarihsel sohbetimize
inşaAllah devam edeceğiz.