20 Kasım 2024

​Yaslıyım (1)

 

 

“Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;

Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lal…”

Çanakkale’ye saldırı, İstanbul’un; Bursa’nın ve ülkenin orantısız güçle ele geçirilmesi nedeniyle şairimiz Mehmet Akif Ersoy; derdini mısralar aracılığıyla şöyle döker: “Ülkenin içine düştüğü bu kimsesiz ve çaresizliğe çok üzüldüm, bunaldım ve ruhum sıkıldı. Bu sıkıntıyı hafifletmek için şehir dışında; kimsenin olmadığı sessiz bir vadide yürüyüşe çıktım. Her tarafı ıssızlık, her tarafı karanlık sarmıştı; etrafta ışık, gelen giden, ses yoktu! Bütün varlık dünyasının dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmişti! Kendi kendime şunları düşündüm: “Kimse yok mu, nerede bu insanlar, hani dostlar, sevgililer, neredeler; bütün her yer yokluk mu? Bari ”Yok! “ der, bir sada yok mu?”

 

“Ki vadiden bütün, yer yer eninler çağlayıp durdu.

Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevca mevc demlerdi:

Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-u Mahşerdi!”

 

“Öyle ki ben bunları düşünürken; bu sessizlik ortamında benim duygu dünyamda fırtına ve tipi vardı. Bana göre o anda vadinin içinde inleme, acı acı feryatlar, imdat çığlıkları vadiyi öyle doldurmuştu ki vadi bir okyanus gibi dalgalar halinde çağlayıp uğulduyordu. Öyle ki bu korkunç ses ve uğultular karşısında ağaçlar ve taşlar bile ürpermişti. O anda mahşerin suruna üfleniyor gibi geldi bana!”

 

”Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi yoksa biçarelerin felahı?”

   

“Hz. Musa’nın (a.s) kimsesiz, yardımsız, aç ve yorgun olmasına rağmen zorbalar izin vermediği için güçsüzlerin susuz bekleyen koyunlarını suladıktan sonra bir ağacın altında, gölgede oturup kimsesizliğine, garipliğine yanıp derdini Sonsuz Acıma Sahibi’ne arz ederek yardım istediği ve yıldırım hızıyla ona yardımın yetiştiği aklıma geldi ve ben de Evrenin Sahibi’ne ellerimi açıp yalvararak yardım istedim.”

 

“Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;

Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?

O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun;

Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.

Bu gün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin, hanümanın şen, için şen, kainatın şen.

”Neden öyleyse matemlerle eyyamın perişandır?

Niçin bir damlacık göğsünde bir umman huruşandır?

Hayır, matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım.”

 

“Yüce Yaratan’a dua ederken, bu ortamın sessizliğini bozacak bir ses duydum: Evet bir bülbül acı acı öterek sesler çıkarıyor; ağlayıp sızlayarak yas tutuyordu! Bülbülün bu feryat ve üzüntüsünden etkilenerek ben de heyecanlandım ve kendi durumumu, bülbülün durumuyla karşılaştırdım. Düşündüm ki bülbül bana haksızlık ediyor. Bülbüle şöyle sitemde bulundum: Senin arkadaşların var, yuvan var; güzelim bahar günlerinde oradan buraya ümitle uçup eğleniyorsun! Bu kadar bağırıp çağırmanın, kıyametler koparmanın ne gereği var? Bu kadar feryat edecek ne var? Sen daha dert görmemişsin! Benim derdimin yanında seninki de dert mi? Yemyeşil ağaçların içinde, yüksekçe bir yerde olan zümrüt yeşili tahtının üzerinde oturup gökte bir saltanat kurmuşsun; bütün dünya işgale uğrayıp ayaklar altında çiğnense yine de senin yurdun yükseklerde olduğu için böyle bir risk taşımadığından kimse ilişemez! Hem sen, bugün bu yemyeşil zümrüt vadi olan yurdunu beğenmediğin zaman, kolayı var; hemen kırmızı güllerle süslü bir gül bahçesine göç eder; orayı yeni bir yurt edinirsin. Bu neşeli yeni yurtta; için neşeli, dünyan neşeli bir şekilde gezer dolaşır oradan oraya kanat çırpar eğlenirsin. O halde bütün bu güzellikler ve rahatlıklar, özgürlükler içinde sen hala ne diye bağırıp çağırarak üzüntülerle yas tutarsın? Neden küçücük, bir damla kan taşıyan göğsünde koskoca bir okyanusun suyunun çağlayıp dalgalar halinde çıkardığı uğultular gibi sesler çıkıyor? Bütün bunlar karşısında sen de kabul etmelisin ki yas tutmak senin hakkın değil; yas tutacak biri varsa o da benim!”

 

Bu edebi ve tarihsel sohbetimize inşaAllah devam edeceğiz.