Türk mitolojisinden insanlararası müştereğe: Yaratılış olgusu
Yaratılış
insanoğlunun zihnini meşgul eden en önemli gerçeklerinden birisi. Nereden gelip
nereye gideceği sorusunun cevabını kendileri hakkında kalıntı düzeyinden yazıya
kadar bilgi edinebildiğimiz her medeniyette görüyoruz. Her insan ve dolayısıyla
toplum medeniyet çekirdeğinde bu soru ile yaşamış; devlet düzeyinde
kurumlaşmalarda bu sorunun kendisi ve cevabı muhtelif cevaplar ile kurumlaşmış
nihayet şehirlerinde bize bu durumu gösteren, işaret ve ifade eden bir takım
gerçekler ortaya çıkmıştır. Bu durum yazılı kaynaklar üzerinden o milletlerin
en eski kaynakları olan mitolojik unsurlarda da kendini göstermiştir.
Türkler
açısından da bu durum farklı değildir. İnsan kendi üzerine düşünebilen, hatta
düşüncesi üzerine düşünebilen tek canlıdır. Altay Yaratılış Destanı olarak
bilinen Türklerin en eski destanında da bu konu mevzu bahsedilmiştir: Evrenin
yaratılışına ışık tutan bu destanda Kayra Han/Ülgen olarak farklı versiyonlara
bağlı olarak ortaya çıkan şahsiyet Tanrı’yı temsil eder. Bu destanda tek
tanrılı bir anlatı vardır. Yer, gök, güneş, ay ve yıldızlar yaratılmadan önce
dünyanın su ile kaplı olduğu pek çok yaratılış destanında da olduğu üzere
burada da mevcuttur. Su ve yaratılış ilişkisinin bugün de insanlığın devam eden
inançlarında merkezî bir yerde bulunması ve medeniyetlerin oluşumunun su ile
yakın alâkası bu Türk destanında da kendisini göstermektedir. Destandaki şu
anlatı çok ilginçtir: “Bay-Ülgen, bir gün
denize bakarken, suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın
üzeri, insan gövdesine benzeyen bir kil tabakası ile kaplıydı. Ülgen, “Bu
cansız toprak, kişi olsun!” diye buyurdu. Toprak, kişi oldu.” Burada
karşımıza topraktan var olma imgesi çıkıyor. Böylece Tanrı’nın sudan var etmesi
ve topraktan insanın ortaya çıkması hadisesine şahit olmaktayız. Bundan sonrası
ise daha ilginç bir durumu gösterir: “Ülgen,
ona Erlik adını verdi; olduğu yere bıraktı. Erlik, giderek Ülgen’i buldu. Ülgen
de onu yanına aldı; kendisine küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik,
Ülgen’i kıskandı. Ondan daha güçlü olmak istedi. Ülgen’e imrendi,“Ben de onun
gibi olmalıyım.” diye düşündü. Düşüne düşüne Ülgen’e düşman oldu.” Burada
da kardeş olan iki kişinin haset, kıskançlık nedeniyle düşman olması,
insanlığın iyi ve kötü arasında devam eden hayatına işaret etmesi bakımından
ilginç değil midir? Biz burada İslamî referanslarla örtüşmeye işaret edebilecek
bu anlatıları böyle anlamaktan ziyade philosofica perennis yahut hermetik
anlatıya dâhil olarak hikmete dayalı anlayışın insan ile daim yoldaş olduğu
gerçeğine işaret ile yetineceğiz. İnsanlık kendi hayatı ve fikriyatı içinde
insanlararasılığı olan büyük bir hikmetin parçası olarak mitolojiden dine,
felsefeden sanata birlik içinde ama aynileşmeden birbirine dayatmadan bir
müşterek özü paylaşır gibi değil midir? Destanın devamında Erlik yani şeytanı,
kötülüğü imgeleyen unsur kıskançlık, kendini üstün görme gibi hallerle Kayra
ile çekişirken nihayetinde Kayra Erlik’e suyun dibinden çıkarttığı toprak ile
altı günde âlemi var eder. Burada
ifadesi gereken bir durumda Erliğin Kayra’nın demesiyle suyun içinden bir avuç
toprak alması gerekirken hırslanıp ağzının içine de kendisi için toprak
doldurması (hırstan), sudan çıkınca Kayra’nın toprağa çoğal demesiyle Erliğin
avucundaki toprağın yeryüzünü, ağzında çoğalan toprağın onu boğacakken ağzından
püskürüp yeryüzü üzerindeki dağları oluşturması meselesidir. İnsanoğlunun
tamahına işaret eden bu durum da destan da kendisini varoluş sırasında ortaya
konulmakta gibidir.
Yaratılış sürecinde Kayra, dokuz
dallı bir ağaç var eder. Kayra, bu dokuz dalın her birinden bir millettin var
edilmesini emreder. Erlik, bu yaratılan insanların kendisine verilmesini
isterse de Kayra bunu kabul etmez. Yaratılanlar bir ağacın meyvesinden
beslenmektedir yalnız bir ağacın bir tarafındaki meyvesine kimse
dokunmamaktadır çünkü Kayra bunu yasaklamıştır. Orada bir yılan ve köpek de
bekçi olarak konulmuştur. Erlik, Törüngey adlı birini kandırarak nöbetçi
yılanın donuna girerek oradaki meyveden yer. Nihayetinde Törüngey ve eşi Ece
yasak olan meyveyi yerler. Bunun üzerine Kayra Han her birini cezalandırır.
Erlik önce yer altına yollanır sonra gökte yer diler oraya gider ve nihayet
insanlar yerde göğün altında sefil kalanlar Erlik’i yenerler ve Kayra Han göğe
çıkacağını ve bir zaman sonra dönerek yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığını
vereceğini insanlara bildirir. Görüleceği üzere yaratılış meselesi bu Türk
destanında topraktan gelip bir gün hesap vereceği bir Tanrı anlayışı ile oluşur.
Ahlâkî bir başka zemin de gördüğümüz destanda iyilik ve kötülük alemde caridir
ve insan iyi olmakla yükümlüdür. Altay ve Yakut Türkleri başta olmak üzere
mebde’ anlayışından pek çok Türk boyunda görülen bu destan ve burada anlatılan
yaratılış hikâyesi bugünkü kültürümüz içinde pek çok tanıdık unsuru
taşımaktadır. Biz kolaycı bir indirgemecilikte elbette bulunmayacağız. Burada
ifade etmek istediğimiz şey insanın müşterek dünyasında farklı kültürler içinde
parlayan bir hikmetin ve varoluş anlayışının izlerini görmek ve bu bütünlük
içinde ben anlayışımızı kurarken millî olan ile kendimiz anlayışını millet
olarak oluşturmak üzerinedir. Mitoloji kökenleri tanımak bakımından ister
insanlık düzeyinde olsun ister millî manada bize kendimize dair bazı esasları hatırlatır.
Türk aklı en başından iyi ve kötü üzerinden bir anlayış ile ahlâkî iyiliği
düşünmeye başlamış görünüyor. Hikmet her daim ve devirde kendi ışığını
göstermiş ve göstermeye devam ediyor.
İnsan ölüme yazgılı olduğu kadar
sonsuzla da mukayyet bir canlıdır. Kendözünü bildikçe kendiyle arasındaki
mesafe azalacaktır. İnsanın toprakla kurduğu bu varoluş ve sonsuzluk ilişkisi
onun mebdei yanı başlangıcı ve sonu konusundaki anlayışlarını ve gerçekleri
oluşturması bakımından manidardır. Her şey kendi özüne dönüyor. Madde de mana
da. Hayat ağacıdan dileriz Türkler için gelecek asırlar yeni sürgünleri vaat
etsin. Ve o sonsuz hikmet içerisinden yeni bir umran ile medeniyetimiz
insanlığın imdadına koşabilsin. Uçmağa varanlara rahmet olsun.
Vesselam.