Türk destan çağından millet bilincine: Mitolojiden tarihe Türkler
Türklerin kadim zamanlardan güne ulaşan bir tarih içinde görülmelerinin ilk bilgileri mitolojik çağdan başlayan ve destanlar ile kendini gösteren hayatlarına dair olan malumattır. Buna tarih makulesinden bakarak Türklerin destan çağı tarihi denilebilir. Burada Türk adı ve devletine dair ilk izler görülmeye, kökenlere dair birtakım meseleler öğrenilmeye başlar. Bu destanlar bir bütün olarak okunduğundan Türk kavramına dair umumi bir bakış kazanmak da mümkündür.
Alper
Tonga Destanı teması itibariyle İran-Turan savaşları içerisinde gelişen olaylar
bağlamında İskit-Saka döneminin büyük hükümdarı Alp Er Tonga’yı ve zaferlerini
anlatır. Firdevsî Şehnâmesinde “Senin
bana sorduğun Türk, erkek bir ejderha gibi savaşır, nefes verirken ateşler
saçar; intikam almak için savaşa başladı mıydı bir belâ bulutu kesilir. Onun
bayrağı da elbisesi de karadır, kolları demir kaplıdır, külâhı da demirdendir.
Üzerindeki demir zırh altın işlemelidir, tulgasının üzerinde de kara bir bayrak
vardır. Ondan kendini iyi koru; çünkü çok uyanık ve cesur bir pehlivandır.”, sözleri ile bu büyük kahramanı anlatır ki
biz bu şahsa dair malumatı tarihi kaynaklarımızın klasiklerinden Kutadgu Bilig
ve Kaşgarlı Mahmud’da öğrenirken Türklerin dip ataları ve hanedan çıkaran
aileye dair bilgiyi de ediniriz. İran kaynaklarının Afrasiyab olarak
tanıttıkları bu kişi kaynaklarımıza göre Türk han ailesinin çıktığı soyu temsil
eder. Dolayısıyla Türk kavramının destanlar çağından sonraki dönemde pek çok
Türk devletinin dip atası olarak göreceğimiz Afrasiyab yani Alp Er Tonga ortaya
çıkar. Mesudî ve Cüveynî gibi kaynaklar da bu ismi Türklerle bağlantılı olarak
zikrederler. Hülasa bir Türk çocuğu köken bilincini oluşturmaya başladığı
süreçte bu destan üzerinden kimlik sorusuna cevap üretmeye başlayabilir. Hülasa
Türk adı Firdevsî’nin işaret ettiği ve Kutadgu Bilig ve Divan-ı
Lügati’t-Türk’ün işaret ettiği üzere bu şahıs ve destan üzerinden okunmaya
başlar. Bu manada Yaratılış Destanı sonrası peki ben ve milletim nerede
sorusunun cevabı buradan itibaren okunmaya başlanabilir.
Türk adının manasının bize ulaştığı
destanlardan birisi Şu Destanı’dır. Saka-İskit dönemine ait olduğu düşünülen
destanımız hakkında yine Kaşgarlı Mahmud, Türkmen maddesi vesilesi aktardığı
bir parça ile malumat verir. Bu destanda Zülkarneyn ile Şu isimli bir Türk
hükümdarı arasındaki olaylar anlatılır. Burada Türk Hakanlığının da başkenti
olacak olan Balasagun yakınlarında aynı adlı kalesi olan bu hükümdarı yanındakilerin
terk etmesiyle Zülkarneyn bölgeye vardığında Şu ve çevresinde kalan 24 kişiyi
görünce Türklere benzediklerinden yola çıkarak destana göre bunlara Türkmanend
adını verir. Nihayetinde Şu ve adamları Zülkarneyn’i yenip Balasagun civarında
kendi adıyla bir şehir kurduruyor. Görüleceği üzere Türk destan çağında
Türklerin yolu Zülkarneyn ile de böyle kesişirken Türk adının Türk’e benzeyen
manasında Türkmen kelimesinin de bundan türediği ile alakalı bilginin kaynağı
bu şekilde teşekkül etmiş oluyor. Kendi köklerimize ve destan çağımıza bakarken
aslında adımız ve sanımız ne imiş onu okumaya devam ediyoruz. Tarihi süreç
içerisinde devam edecek olursak destanî çağdan tarihî çağa geçişimizin somut
devri olan Hunlar çağına dair olarak değerlendirilen Bozkurt (Kök Börü) Destanı
Türkler ve Türk adına dair bilgilerimizin oluştuğu diğer bir kaynak
durumundadır. Hun Devleti sonrası ve Gök Türk Devleti kuruluşu öncesi arada
yaşananları anlattığı düşünülen bu destanda Türklerin Hunların neslinden bir
kol olduğu ifade edilerek tarihi süreklilik sağlanması yanında onların Aşina
soyundan oldukları söylenir. Böylece bu destan ile tarihimiz içerisinde
bütünlüklü bir kavrayış ile kendimizi yerleştirmemiz mümkün olabilir. Bu
destanın sağladığı ikinci bilgi ise Türk adının manasına dairdir. Kurt ile onun
baktığı hayatta kalan çocuktan türeyen Türkler kurdun daha sonra gittiği ve 10
çocuk doğurduğu yerden çoğalmışlardı. Daha sonra mağaralarından çıkıp
demircilikle uğraşan Türkler Altay eteklerine yerleşirler ki Altan-Sayan-Ötüken
hattı Türklerin kadim yurdu sayılır. Altay’ın zirvelerinden biri miğfere benzediği
için onlara buraya nispeten de T’uchüeh/Türk denilmişti. “Türk” adının
miğfer anlamına geldiğine dair tanım da bu kökten gelmektedir. Uygur dönemine
ait olan Türeyiş Destanında da yine Bozkurt motifini görüyoruz. Bu destanın
mahiyeti Bozkurt Destanı ile benzerlikler göstermektedir. Kağan’ın iki güzel
kızını insanoğlu ile evlendirmeme isteği ile Tanrının kurt donunda gelip
onlarla evlenmesi ve nihayetinde bunlardan doğanlara ise dokuz Oğuz-on Uygur
denilmeye başlanması ile Türklerin önemli boylarına dair isimlerin verilişini
de bu destanımızdan öğreniyoruz. Ergenekon ve Göç Destanlarında da benzer
şekilde milletimizin Türkistan’daki dönemlerine ait olayların destanî mahiyette
anlatılması da Türk adı ve milletinin tarihteki zuhuru Yaradılış Destanı ile ilk
köklerle izah edildikten sonra ortaya konulmaktadır. Kutsal taşı düşmana
verince göçün kaçınılmaz olduğunu anlatan Göç Destanı hem bir uyarı hem de
Türklerin yeniden kendilerine bir hayat kurma becerisini göstermesi bakımından
önemli olduğu gibi kuraklık olgusunun göçlerdeki yerini anlatması bakımından da
dikkat çekicidir. Türeyiş Destanı ile birleşen bu destan Türklerin destanî
çağlarını bütün olarak görmek bakımından önemlidir. İşte Türk kavramının Yaratılış
Destanıyla başlayan mitolojik çağlardan tarihe geçen hikayesinde ortaya çıkan
bu unsur ve motifler kimlik köklerimize ve bugün sanki politik bir dayatma gibi
gösterilmeye çalışılan millet adımıza dair önemli ve bilinmesi gereken
meselelerdir.
Vefatının 100. Yılında rahmetle
andığımız Ziya Gökalp merhum milleti tanımlarken “Irkî, kavmî, coğrafî, siyasî, iradî (iradeye
bağlı) kuvvetlere tefevvuk (üstün gelebilecek) ve tahakküm edebilecek
(hükmedebilecek) başka ne gibi bir râbıtamız (bağımız) var? İçtimâîyât ilmi
(sosyoloji bilimi) ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta yâni duygularda
iştiraktir (ortaklıktır).(...) Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne
siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve
bediiyatça (güzel sanatlarca) müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış
fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili
dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder. Filhakika (gerçekten), bir
adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek
bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz,
bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”, der.
Bu bakımdan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir, vizyonunu
Gökalp’in bu fikirleri ile birleştirdiğimizde ülkemizde tarih, dil ve din
birliği ettiğimiz tüm etnik unsurlar milletimizin parçasıdır. Kimseye bir ad
dayatması ya da olmadığı biri olduğu zannı zorla verilemez. Lakin Türklerin
kurucu ve esas zemin olduğu Türkiye’de kimseyi dışlamadan ve Gökalp’in “Memleketimizde vaktiyle dedeleri
Arnavutluk’tan, yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları
Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş
(alışkanlık hâline getirmiş) görürsek, sâir milletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz
(ayırmamalıyız). Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden
ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telâkki edebiliriz (sayabiliriz).
(…)Filhakika (gerçekten), atlarda şecere aramak lâzımdır, çünkü bütün
meziyetleri (üstünlükleri) sevk-i tabiîye (içgüdüye) müstenit (dayanan) ve irsî
(kalıtsal) olan hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti (önemi) vardır.
İnsanlarda ise ırkın içtimâî hasletlere (sosyal niteliklere) hiçbir tesiri
olmadığı için şecere aramak doğru değildir. (…) Türküm diyen her ferdi Türk
tanımaktan; yalnız Türklüğe hıyaneti (ihaneti) görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.”,
anlayışı ile meseleye bakılmalıdır. Suç ve suçlu muhtelif bahanelerle hoş
görülmeye başlanırsa başka suç meraklıları eninde sonunda işin nihayetinde biz
bu işten yıldırır ve sıyrılırız anlayışının oluşması ihtimali söz konusu olmaz
mı? Akıbet hayrolsun.
Vesselam