Ötekiyle elini yıkamak yahut kendi putuna İbrahim olamamak
Süreklilikler ve değişimler tarihin mayasındaki en belirgin iki olgu durumu gibi gözüküyor. Süreklilik çağı insanları psikolojik ve sosyolojik olarak değişmemeye inanırken değişim çağı insanlarının havsalasında ise sürekli olarak yeniye ve düzene bir hasret söz konusu oluyor. Tarih düz yol olmadığından ondaki iniş ve çıkışları anlamak imkânlar ve mümkünleri bilmek bakımından önemlidir. İmparatorluklar çağı normali zihniyeti taşıyan insanlar için millî devletleri düşünmek diğerleri için ise o büyük yapıları idrak kolay olmasa gerek. Mutlakiyet içinde yaşayanlar için anayasa ve iktidarın değişimi kavramı nasıl anlaşılması zor bir itikat ise seçim normali içindeki insanlar için otoriter tiranizme varan politik dümenleri kavramak aynı şekilde zor olsa gerektir. Lakin tarihte hep akar, değişir, dönüşür hâller. Küreselleşen bir zamanda ise millî devlet mantığındaki insanlar için cihan-şümul para aristokrasisi ve onun uzantılarının farklı siyasî, sosyal ve ekonomik tezahürleri ile yüzleşmek tekleşmeyi idrak aynı oranda kaotik bir zihin oluştursa gerek. Tarihte hiçbir mutlakın muhakkak bekası söz konusu olmamıştır. Değişen dönüşen tedavül eden bir yapı cari gözükmektedir. Dünün mutlaklarının mekânları bugün turist gezen yıkıntılar halindedir. Belki ayak basılamaz yerlerde şimdi ormanlar ve oradaki canlılar gezinmekte, küçük bir çocuk bir imparatorun kutlu mekânında oyun oynamaktadır. Meşrulaştırılan bir evrensellik iddiası bir başka dönüşüm çağında müzelik bir ilkelliğe dönüşebilmektedir. İnsanlararasılığı sağlayan şey onları bilgeleştirmiyorsa tarihin değişim yasaları karşısında raftaki yerini almaya hazırlanmalıdır. Güç, iktidar, kurnazlık hepsi kaosun içinde birer kaldıraç olabilir ama zaman her şeyi varacağı yere götürmeye devam eden bir değirmen olarak işlemeye devam ediyor. Her evrensellik iddiası kendi ötekilerine basarak yükseldi. Uygarlık, büyüme, kalkınma ve ilerleme gibi büyülü simülasyon aparatları insanları evrensellik bağırtıları arasında kendi vatanından çok uzak distopyalara mahkum etti. Ötekiler üzerinden kurulan benlikler bencilliğe dönüşerek insanlık asırlar boyu düşe kalka 21. Asra geldi. Bencilliğin tarihi henüz kâmilen yazılmadı. Lakin insanlar genel olarak olumsuz durumlarda dışa yansıtmalarla meselenin kendileriyle alakasızlığını temellendirerek vicdanlarında meşruiyet alanları oluştururlar ki bu devletler alanında da benzeri ile aynıdır. İnsanlığı hayrı gibi şatafatlı cümleler ile işlenen onca cürüm toplum yararı denilerek meşrulaştırılıp failler ellerini yıkayıp kenara çekildiler. Tarih sonradan kendi kurduğu vicdan mahkemelerinde ise gerçeği çoğunca sergiledi. İnsanoğlu ise ders almak yerine aynı kuyudan su çekip ellerini yıkamaya devam etmekte ısrarcı görünüyor.
İnsanın putlar yapması
esasen kendözü ve ahlâkıyla yani varlık sebepleriyle arasında duvar örmesi,
onları örtmesi ve kendini şekillerde kaybetmesi manasına gelmez mi? Her öteki
inşa ediş bir tanıma ameliyesi olmanın ötesinde kendimizle kendimiz arasındaki
mesafeyi biraz daha açmak oluyor. İnsan, insaf ile ahlâkının manasına vasıl oluyor.
Öteki inşa etmenin psikolojisi içerisinde çokça gördüğümüz gibi kendi insaf
yıkma ameline bir bahane perdesi dikmek yatıyor. Amalar, fakatlar, lakinlerle
yamalı bir perde. Özündekiyle yüzleşmek yahut hatasını görmek yerine öteki
üzerinden ellerini yıkamak modern zaman adetlerinden. Kimse üzerine toz
kondurmuyor, herkes sütten henüz çıkmış ak kaşık, bir tuluat bir tiyatro
gidiyor. Ortalık kaos olmuş, virane alem ama putların alacakaranlığında o ben
çeşmesinde eller huzurla yıkanıp ötekinin ne fena, feci, azgın, amansız olduğu
anlatılıp algılara bürünmüş halde aleme servis ediliyor. Kimse üzerine
alınmıyor. Kendine, putuna İbrahim olacak o civanmertlikten eser kalmamış.
Ötekiyle ve aslında kendiyle girilen bu ensest müzakere ve münakaşa aslında
muhatabın da kendisinin de kazan kazan oynadığı bir sarkaça da dönüşebiliyor.
Ortada suç ve suçlu kalmıyor bir anda. Herkes ötekinin üzerinde meşru ve mağdur
bir yerde manipülasyonlardan oluşan bir tezgâhta işine bakıyor. İnsafsız bir
hır gür aslında herkesin kazanıp da hakikatin kaybettiği bir distopya var
ediyor. Ortalık mağdurdan geçilmezken herkes sunağında insan kurban etmeye
devam ediyor. Ademin yediği elmanın günahı bu olsa gerek. Hülasa değişen
dönüşen süreçlerde bencillik tarih yapmaya devam ediyor. Hakk, neden Peygamber
yollamış ve İbrahim neden putları kırmıştı? Kırdığı taş, toprak, ahşaptan
yapılan malzeme miydi? Bugünün insanı öyle bir şeyler mi arıyor acaba? Hz.
Muhammed Kabe’de taş kırıcılık mı yapmıştı? Herkes tekmeleyecek bir düşkün, yaşlanmış
bir kurt arıyor yemeye. Ötekinin üzerine ellerini silerek kenara çekilmek,
mesuliyetini ütopik gerekçeleri araç kılarak mitolojik bir evrende bilgelik
oyunu oynamak insanlığın kendine attığı en amansız pusulardan biri olsa gerek.
Bunun bir güç ile toplum kesimlerine uygulanması ise modern zaman hayat hikâyeleri
arasında çokça görülen durumlardan değil mi?
Hakikat şuurunun
kaybolduğu zaman ve zeminlerde miyarsız kalan insanlar malumatlar, zanlar,
çokça algılar ve manipülasyonlar üzerinden yolda yürümeye çalışır.
Doksaları/zanları bilgi zannetmek/zannettirmek aslında güç bezirganlığı
çağlarında çok geçer akçedir. Cehaletin sesi öyle yüksek çıkar ki insanlar,
kalpleri ve akıllarının sesini duyamaz olurlar. Bu durumda herkes başkasının
putuna İbrahim olur ve ötekine dair ah ve vahlar ile elini yıkayarak işine
bakar. İçine bakanlara selam olsun…
Hak İçin Olsun
Vesselam