Osmanlı Barışı, İngiliz İstilası ve Siyonizmin Yükselişi: Filistin'de Tarihsel Dönüşüm
Siyonizm
hareketi, Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşerek bir Yahudi devleti kurma
amacıyla 19. yüzyılın sonlarında doğmuştur. Bu hareketin öncülerinden olan Theodor
Herzl, Yahudi halkının ulusal bir vatan arayışına yönelik somut adımlar atan
ilk liderlerden biri olarak tanınır. Herzl, bu amaçla 50 milyon İngiliz lirası
değerinde bir şirket kurmayı önermiş ve bu şirketin Filistin’de Yahudi
yerleşimlerini destekleyerek Yahudi halkının geri dönüşünü sağlaması
gerektiğini belirtmiştir.
Herzl’in
önerdiği finansal model, İngiltere ve Avrupa’daki sermaye sahiplerini Siyonist
amaca kazandırmak için planlanmıştı. 1899’da Londra’da kurulan banka ile
Yahudilerin Filistin’de yerleşmelerine yönelik girişimler başlatılmış; ancak
beklenen sermaye desteği sağlanamamıştır. Banka, 2 milyon İngiliz lirası
hedeflemesine rağmen sadece 260 bin İngiliz lirası toplayabilmiş ve 1901
yılında faaliyetlerine başlamıştır. Bu süreçte Kudüs’te, İngilizlerin de
desteğiyle, çeşitli yerlerde şubeler açılmış ve Yahudi göçmenler için arazi
satın alınmaya başlanmıştır.
La Nasyon
gazetesinin 26 Kasım 1917 tarihli haberinde, İngiltere’nin Siyonist hareketin
bu hedefini tanıdığı ve Yahudilere Filistin üzerinde ulusal bir yurt vaat
ettiğini duyurması, Yahudi halkının Filistin’e yerleşme amacını uluslararası
bir meseleye dönüştürmüştür. Gazetenin ifadesiyle İngiltere bu tebliği ile
Yahudileri bir millet olarak kabul eden ve onların Filistin üzerindeki haklarını
resmen tanıyan ilk devlet olmuştur.
İngiltere’nin Siyonizm’e Desteği ve Balfour
Deklarasyonu
İngiltere,
özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudilere Filistin’de bir milli yurt
vaat ederek Orta Doğu’daki etkisini pekiştirmeyi amaçlamıştır. 1917 yılında
İngiliz hükümeti, Yahudi halkının Filistin’de bir ulusal yurt kurma arzusunu
resmen tanımış ve bunu Balfour Deklarasyonu ile dünya kamuoyuna açıklamıştır.
Bu durum, Siyonist hareketin uluslararası arenada meşruiyet kazanmasını
sağlamış ve Yahudi göçlerini hızlandırmıştır.
Bu süreçte
İngiltere Yahudilere yönelik desteğini somut hale getirmiş ve Siyonizm’in
siyasi temsilcisi olarak Filistin’de faaliyet göstermesine izin vermiştir.
Siyonist hareketin liderleri İngiltere’nin bu desteği sayesinde Filistin
topraklarında çeşitli mülkler edinmiş ve Yahudi nüfusunu artıracak yerleşim
projelerine başlamıştır. Böylece, Herzl’in öngördüğü Yahudi devleti fikri artık
sadece bir ideal olmaktan çıkıp siyasi bir gerçekliğe dönüşme yoluna girmiştir.
Uganda Teklifi ve Yahudilerin Filistin’e Yönelimi
1903 yılında
İngiltere, Filistin’de bir devlet kurma fikrine alternatif olarak Doğu
Afrika’daki Uganda’yı Yahudi yerleşimleri için özerk bir bölge olarak önerse de
Siyonist kongresinde bu teklif reddedilmiştir. Yahudiler yerleşmek için
yalnızca Filistin’i kabul ettiklerini belirterek Uganda teklifini geri çevirmiş
ve Filistin’e yönelik taleplerinde ısrarcı olmuşlardır. Bu kararla birlikte Yahudi
göçmenler için Filistin’in önemi daha da artmış ve bölgedeki nüfuslarını artırma
çabaları yoğunlaşmıştır.
Osmanlı Barışı ve Filistin'de Sağlanan İdari
Denge
Osmanlı
İmparatorluğu, 16. yüzyıldan itibaren Filistin’i yönetimi altına almış ve
bölgeyi dört yüzyıl boyunca barış ve huzur içinde idare etmiştir.
İmparatorluğun çok kültürlü yapısı, farklı dini grupların bir arada yaşamasına
olanak tanırken, Osmanlı idaresi de bu gruplara hoşgörüyle yaklaşmıştır.
Osmanlı’nın "millet sistemi" olarak bilinen yönetim politikası,
bölgede yaşayan Yahudilere, Hristiyanlara ve Müslümanlara dini özgürlük
sağlamış, her milletin kendi iç işlerini yönetmesine izin vermiştir. Bu sistem toplumlar
arasında sosyal dengeyi korumuş ve Filistin’deki toplulukların barış içinde bir
arada yaşamasını sağlamıştır.
Osmanlı özellikle
Yahudi halkına karşı tarih boyunca hoşgörülü bir tutum sergilemiştir.
İspanya’daki Engizisyon’dan kaçan Yahudilere Osmanlı topraklarında kucak
açılması bu hoşgörünün en belirgin örneklerinden biridir. Sultan II. Bayezid
döneminde Osmanlı’ya sığınan Yahudi göçmenler Filistin ve çevresinde rahat bir
yaşam kurmuş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun adil yönetim anlayışından
faydalanarak güven içinde yaşamışlardır.
Osmanlı’nın Filistin’de Güvenliği Sağlama
Stratejileri
Osmanlı
İmparatorluğu, Filistin’i stratejik olarak önemli bir bölge olarak görmüş ve bu
sebeple bölgenin güvenliğini sağlamak için özel önlemler almıştır.
İmparatorluk, Filistin topraklarında askeri garnizonlar kurarak dış tehditlere
karşı savunma yapmış, ticaret yollarının güvenliğini sağlamış ve bölgeye huzur
getirmiştir. Bu güvenlik önlemleri Osmanlı’nın geniş coğrafyasında olduğu gibi
Filistin’de de refah ve istikrarın korunmasına katkı sağlamıştır.
Aynı zamanda
Osmanlı yönetimi Filistin’de kültürel mirasın korunmasına da büyük önem
vermiştir. 1917 tarihli Correspendent Telgraf Ajansı raporunda, Osmanlı
hükümetinin İngilizlerin bölgedeki arkeolojik kazılarına engel olduğu, kıymetli
eserlerin Avrupa müzelerine taşınmasını engelleyerek bölgenin tarihsel dokusunu
koruduğu belirtilmiştir. Bu durum Osmanlı’nın yalnızca askeri bir güç olarak
değil, aynı zamanda bölgenin kültürel mirasını muhafaza eden bir yönetim
olduğunu göstermektedir.
Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın Filistin’de
Zayıflaması
Birinci Dünya
Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok cephede zor durumda kalmasına ve
özellikle Filistin’deki hakimiyetini yitirmesine neden olmuştur. Osmanlı’nın
savaşa katılımıyla birlikte İngilizler Filistin’i işgal etmek için harekete
geçmiş ve Kudüs’ü ele geçirme planlarını hayata geçirmiştir. 12 Aralık 1917
tarihli ReichSports gazetesinde, İngiltere’nin Kudüs’ü işgalinin Siyonist bir Maliye
Bakanı tarafından ilan edilmesinin bu işgalin ardındaki ekonomik ve siyasi
çıkarları işaret ettiği belirtilmektedir. Bu durum, İngilizlerin Filistin’i
yalnızca stratejik bir nokta olarak değil, aynı zamanda ekonomik hedefleri
doğrultusunda ele geçirmeyi amaçladığını da ortaya koymaktadır.
Osmanlı
İmparatorluğu Kudüs’ü top ateşi altında bırakmamak için yüksek bir ahlaki duruş
sergileyerek şehri İngilizlere teslim etmek zorunda kalmıştır. Correspendent
Telgraf Ajansı'nın 18 Aralık 1917 tarihli haberine göre Osmanlı’nın bu tavrı
bölgedeki halkın zarar görmemesi amacıyla alınan barışçıl bir karar olarak
değerlendirilmiştir. Ancak İngilizlerin bölgedeki idaresi Osmanlı'nın aksine arkeolojik
kazılardan elde edilen eserlerin Avrupa’ya taşınmasına yol açmış ve bölgenin
kültürel mirası zarar görmüştür. Bu farklı yönetim anlayışları Osmanlı’nın
bölgedeki barışçıl ve koruyucu yaklaşımını bir kez daha gözler önüne
sermektedir.
İngiliz Yahudi Taburunun Kurulması ve Gelibolu
Cephesi’ne Gelmeleri
Birinci Dünya
Savaşı sırasında İngiltere, Siyonist hareketi desteklemek ve Yahudi halkının
sadakatini kazanmak için Yahudi gönüllülerden oluşan askeri birlikler kurma
yoluna gitmiştir. Bu birliklerden biri olan Yahudi Taburu genç Siyonistlerden
oluşmuş ve Gelibolu Cephesi’nde İngiliz ordusu saflarında savaşmıştır. 1 Ekim
1915 tarihli İsviçre Suisse gazetesi, İngilizlerin Yahudi gönüllülerinden
oluşan bu birliği övgüyle tanımlayarak birliklerin İngiltere adına fedakarlık
ve kahramanlıkla savaştığını belirtmiştir.
Bu tabur İngiltere’nin
bölgedeki nüfuzunu artırmak ve Siyonist hareketle güçlü bir bağ kurmak için bir
araç olarak kullanılmıştır. Yahudi askerlerin İngiliz ordusu bünyesinde
savaşmaları Yahudi halkı için bir sadakat gösterisi olarak kabul edilmiştir.
İngiltere’nin bu adımı Siyonistlerin desteğini almanın yanı sıra, Orta Doğu’da
İngiliz çıkarlarını korumak için de stratejik bir hamle olmuştur. Genç
Yahudiler aileleriyle birlikte Mısır üzerinden İskenderiye’ye taşınarak bu
askeri birliğe katılmış ve altı haftalık bir eğitimin ardından Gelibolu’ya
gönderilmişlerdir. Bu gelişme Yahudi halkının Filistin’e olan bağlılığını
uluslararası bir bağlama taşımış ve İngiltere’nin Filistin üzerindeki
hâkimiyetini pekiştirmiştir.
Balfour Deklarasyonu ve Bölgesel Dengelerin
Değişimi
Birinci Dünya
Savaşı sırasında İngiltere Yahudi halkına Filistin’de bir milli yurt kurma
vaadinde bulunarak Orta Doğu’da etkisini artırmayı hedeflemiştir. 1917 yılında
İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından yayımlanan Balfour
Deklarasyonu Yahudi halkının Filistin’de bir ulusal yurt kurma arzusuna
resmiyet kazandırmıştır. Bu deklarasyon Siyonist hareketin uluslararası düzeyde
tanınması ve İngiltere’nin Filistin üzerindeki nüfuzunu sağlamlaştırması
açısından büyük önem taşımaktadır.
İngiltere bu
deklarasyonla birlikte Yahudileri bir millet olarak tanımış ve Filistin
üzerindeki haklarını kabul ettiğini ilan etmiştir. Bu adım İngiltere’nin Yahudi
halkı üzerindeki etkisini artırmakla kalmamış aynı zamanda Filistin’e yönelik
Yahudi göçlerini de hızlandırmıştır. Siyonist hareket, İngiltere’nin desteğiyle
Filistin topraklarında Yahudi yerleşimlerini artırmaya yönelik adımlar atmış ve
bu doğrultuda çeşitli mülkler edinmiştir. Bu dönemde İngiltere Siyonist
hareketi resmi bir siyasi temsilci olarak kabul etmiş ve Filistin’deki
etkinliğini artırmıştır.
İngiltere’nin Yahudi Devleti Planları ve
Bölgedeki Güç Mücadeleleri
Birinci Dünya
Savaşı’nın sonlarına doğru İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın zayıflamasıyla
birlikte Filistin ve Suriye gibi stratejik bölgeleri kendi etki alanlarına
dahil etmek için çeşitli planlar yapmıştır. İngiltere, Filistin’de bir Yahudi
devleti kurma vaadini Siyonist desteği kazanmak için bir koz olarak kullanmış;
bu vaadin Orta Doğu’daki etkilerini hesaplayarak bölgede bir siyasi ve ekonomik
düzen kurmayı hedeflemiştir. İngilizlerin Filistin’de Yahudilere yönelik
bağımsız bir devlet kurma sözü vermesi Batılı devletler arasında bir çekişme
yaratmış ve Orta Doğu’da yeni bir güç dengesinin doğmasına neden olmuştur.
25 Ocak 1918
tarihli Berlin telgrafında belirtildiği üzere İngilizler bu plana Almanya
Museviliği üzerinden de bir bağlantı kurmaya çalışmıştır. Bu telgrafa göre,
Siyonistlerin İngiltere’nin geniş nüfuzuna dayanan siyasi durumu kabullenmeleri
İngiltere için bir stratejik avantaj sağlamış ve Almanya ile İngiltere
arasındaki Siyonizm rekabetini kızıştırmıştır. Aynı dönemde İngiltere Siyonistlerin
desteğini alarak Mısır ve Süveyş Kanalı üzerindeki hakimiyetini güçlendirmeyi
hedeflemiş ve bu strateji doğrultusunda bölgedeki Arapları kendi yanına çekmeye
çalışmıştır. İngiltere, Yahudilere yönelik bu vaatleri kullanarak Orta Doğu’da
kendi çıkarlarını koruma yoluna gitmiş ve Osmanlı’nın etkisini zayıflatmayı
başarmıştır.
Osmanlı’nın Zayıflaması ve Kudüs’ün İngilizlere
Teslim Edilmesi
Birinci Dünya
Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok cephede zayıflaması Filistin’deki
hâkimiyetinin sona ermesine neden olmuştur. 1917 yılında İngiltere’nin Kudüs’ü
işgal etmesiyle Osmanlı’nın bölgedeki kontrolü son bulmuş ve İngiltere,
Yahudilere yönelik bağımsız bir devlet vaadini gerçekleştirme yolunda adımlar
atmaya başlamıştır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu Kudüs’ü teslim ederken ahlaki
bir duruş sergileyerek şehri top ateşi altında bırakmamak için İngilizlere
teslim etmeyi tercih etmiştir. Bu teslim, Osmanlı’nın bölgedeki halkın zarar
görmesini engellemek adına aldığı barışçıl bir karar olarak yorumlanmıştır.
Correspendent
Telgraf Ajansı’nın 18 Aralık 1917 tarihli haberinde, Osmanlı’nın bu tavrının
Kudüs halkı için ahlaki bir koruma sağladığı belirtilmiş ve İngilizlerin ise
bölgedeki arkeolojik eserleri Avrupa’ya taşıma politikaları eleştirilmiştir.
Osmanlı’nın bölgedeki kültürel mirası koruma yönündeki hassasiyeti İngilizlerin
sömürgeci yaklaşımıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır. Bu dönemde İngiltere,
Orta Doğu’da güçlü bir konum elde etmek için Siyonist hareketle iş birliği
yaparken, Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisi tamamen bitmiştir.
İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’da Etki
Alanlarını Genişletme Çabaları
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonunda yenilgiye uğraması Orta
Doğu’daki güç dengesinin büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur. İngiltere ve
Fransa, Osmanlı’nın çekilmesiyle birlikte bölgedeki stratejik alanları kendi
kontrol bölgelerine dahil etmek için yeni planlar yapmaya başlamışlardır. Bu
kapsamda özellikle Filistin, Suriye ve Lübnan üzerinde kontrol sahibi olmayı
amaçlayan bu iki devlet, 1916 yılında Sykes-Picot Anlaşması ile Orta Doğu’yu
kendi aralarında paylaşmaya yönelik adımlar atmıştır.
İngiltere,
Filistin’de bir Yahudi devleti kurma vaadini Siyonist hareketin desteğini
kazanmak için kullanırken aynı zamanda Mısır, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz
üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmeyi hedeflemiştir. Berlin Telgrafı’nın 12
Ocak 1918 tarihli raporunda belirtildiği üzere İngiltere, Araplardan oluşacak
bir yönetim kurarak bölgedeki hakimiyetini artırmayı planlamıştır. Bu girişim İngiltere’nin
Osmanlı İmparatorluğu’ndan boşalan toprakları kendi çıkarlarına göre
şekillendirme çabalarını ortaya koymaktadır.
12 Ocak 1918
tarihli bir haberde Fransa’nın Suriye üzerindeki etkisinin İngiltere tarafından
kabul edildiği ve Fransa’nın Suriye’de kendisine sadık bir yönetim kurmasının
bölgedeki güç dengelerini destekleyeceği belirtilmiştir. Fransa’nın bu desteği Fransız
Devlet adamlarından Denin Kosheen’in Belçika Kralı I. Albert’i Kudüs
Krallığı’na geçirmek için yaptığı teklif gibi önerilerle de pekiştirilmiştir.
Bu girişimler Batılı güçlerin Orta Doğu üzerinde kurmak istedikleri
hegemonyanın açık bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
İngiltere’nin Siyonist Hareketi Desteklemesinin
Siyasi ve Ekonomik Sonuçları
İngiltere,
Siyonist harekete verdiği destekle hem bölgedeki Yahudi nüfusunu Filistin’de
yoğunlaştırarak bir Yahudi devleti kurulmasını sağlamış hem de Mısır ve Süveyş
Kanalı gibi stratejik alanlardaki kontrolünü güçlendirmiştir. Bu stratejik
destek, Orta Doğu’da yeni bir siyasi ve ekonomik düzenin kurulmasına yol
açmıştır. 12 Aralık 1917 tarihli ReichSports raporuna göre İngiltere’nin
Filistin işgali, bölgedeki stratejik ve ekonomik çıkarların bir ifadesi olarak
değerlendirilmiştir.
İngiltere’nin
Yahudilere yönelik bu vaatleri Yahudi halkının Filistin’e göçünü artırarak Orta
Doğu’daki demografik yapıyı değiştirmiştir. Bu gelişme bölgedeki Müslüman ve
Hristiyan Arap topluluklarının tepkisini çekmiş ve ilerleyen yıllarda büyük
toplumsal çatışmaların temelini oluşturmuştur. İngiltere, Siyonist hareketle
kurduğu bu stratejik ilişki ile bölgede kendi çıkarlarına uygun bir siyasi
düzen oluşturmaya çalışmış; ancak bu düzen, Orta Doğu’da günümüze dek süregelen
çatışmaların fitilini ateşlemiştir.
Batı Dünyasının Kudüs’ün İşgaline Bakışı ve Dini
Algı
Osmanlı,
Kudüs’ü teslim ederken İngilizlerin Mısır ve Hindistan’daki askeri idarelerinde
olduğu gibi Kudüs’te de yağmacı bir politika izlemesinden endişe duymaktaydı.
Bu kaygı, Batılı güçlerin işgal ettikleri topraklarda yaptıkları arkeolojik
kazılarla kıymetli eserleri kendi ülkelerine taşıma alışkanlığından
kaynaklanmaktaydı. Osmanlı yıllar boyunca Filistin topraklarındaki kültürel
mirasın korunması için bu tür kazılara izin vermemiş; ancak İngilizlerin
bölgeyi ele geçirmesiyle birlikte bu endişelerin haksız olmadığı da
anlaşılmıştır.
Kudüs’ün
Osmanlı’dan çıkışı Batı dünyasında geniş yankı uyandırmış ve Batılı basında
çeşitli yorumlara yol açmıştır. Vatikan’ın resmi gazetesi L'Osservatore
Romano’da yayımlanan bir haberde Kudüs’ün Haçlı Seferleri’nden sonra ilk defa
Türklerin kontrolünden çıkmasının dini açıdan büyük bir olay olduğu
belirtilmiştir. Haberde, Kudüs’ün Osmanlı’dan alınmasının bir “kurtuluş” olarak
nitelendirilmesi Batı dünyasının Kudüs’e olan ilgisinin sadece politik değil,
aynı zamanda dini bir temele dayandığını göstermektedir. Bu açıklama Haçlı
Seferleri’nden bu yana Batı dünyasında Kudüs’e yönelik dini hedeflerin
sürdüğünü ve Batılı güçlerin bu “kurtuluşu” kalıcı hale getirmeyi amaçladığını
ortaya koymaktadır.
Buna ek
olarak, 25 Ocak 1918 tarihli Berlin Telgrafı’nda yer alan haberde Fransız
Devlet adamlarından Denin Kosheen’in Belçika Kralı I. Albert’i Kudüs
Krallığı’na getirme önerisi, Batılı devletlerin Kudüs üzerinde bir Hristiyan
monarşi kurma düşüncesini yansıtmaktadır. I. Albert’in Haçlıların ilk Kudüs
kralı olan Godfrey de Bouillon’un soyundan geldiği iddiası Batı dünyasında
Haçlı ruhunun hala etkili olduğunu göstermektedir. Bu öneri, Kudüs’ün Batı
dünyası için sadece bir şehir değil, aynı zamanda tarihi ve dini bir sembol
olarak görüldüğünün kanıtıdır.
İngiltere’nin Bölgedeki Hakimiyetini
Güçlendirmesi
Kudüs’ün
İngilizler tarafından ele geçirilmesi İngiltere’nin Siyonist hareketle kurduğu
stratejik ittifakı daha da sağlamlaştırmıştır. İngiltere, Kudüs’ü kontrol
altına alarak Filistin’de Yahudi nüfusunu artırma ve bölgeyi Siyonist hedefler
doğrultusunda yeniden şekillendirme yolunda önemli bir adım atmıştır. Bu
dönemde İngiltere Yahudi halkına Filistin’de milli bir yurt vaadini yerine
getirmek için bölgedeki yerleşim projelerini teşvik etmiştir.
İngiltere,
Siyonist hareketle kurduğu bu stratejik ortaklık sayesinde, Orta Doğu’daki
etkinliğini pekiştirmiş ve Mısır, Süveyş Kanalı ve Doğu Akdeniz üzerindeki
hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. İngiltere’nin bu politikası, Batılı güçler
arasında rekabete yol açmış ve bölgede yeni bir güç dengesinin doğmasına neden
olmuştur. İngiltere’nin Yahudi halkına vaat ettiği bağımsız devlet, bölgedeki
Arap halkı için önemli bir tehdit olarak algılanmış ve bu durum ilerleyen
yıllarda Filistin’de yaşanacak çatışmaların temelini oluşturmuştur.
Osmanlı’nın Barışçıl Yönetimi ile İngiltere’nin
Sömürgeci Anlayışı Arasındaki Fark
Osmanlı
İmparatorluğu, Filistin’i dört asır boyunca barış içinde yönetmiş ve farklı
dini grupların birlikte yaşamasına olanak tanımıştır. Ancak İngiltere’nin
bölgedeki hakimiyeti Osmanlı’nın aksine Filistin’de bir Yahudi devleti kurma ve
bölgedeki demografik yapıyı değiştirme amacı taşımaktadır. İngiltere’nin
Filistin’e yönelik bu sömürgeci yaklaşımı bölgedeki sosyal yapıyı derinden
sarsmış ve toplumsal çatışmaların temelini atmıştır. Bu durum Osmanlı’nın çok
kültürlü ve hoşgörülü yönetim anlayışı ile İngiltere’nin çıkar odaklı ve
sömürgeci politikaları arasındaki farkı açıkça ortaya koymaktadır.
Sonuç: Tarihsel Perspektiften Günümüz Filistin
Meselesine Bakış
Osmanlı
İmparatorluğu’nun dört asır boyunca Filistin’de uyguladığı yönetim bölgedeki
dini ve kültürel çeşitliliği korumayı başarmış ve Müslüman, Hristiyan, Yahudi
toplumların bir arada yaşamasını mümkün kılmıştır. Osmanlı'nın “millet sistemi”
çerçevesinde farklı grupların kendi dini ve kültürel değerlerine göre
yaşamasına izin vermesi Filistin’de toplumsal dengeyi sağlayan bir unsur
olmuştur. Bu yönetim biçimi bölgedeki dini gerilimleri en aza indirmiş ve
Osmanlı döneminde Filistin’de uzun yüzyıllar boyunca süren bir barış ortamı
sağlamıştır.
Ancak, Birinci
Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin bölgedeki hakimiyeti ele geçirmesi Filistin’in
sosyal yapısında köklü değişikliklere yol açmıştır. İngiltere’nin Siyonist
hareketi destekleyerek Yahudi göçlerini artırması ve Yahudi yerleşimlerini
teşvik etmesi, bölgedeki Müslüman ve Hristiyan Arap nüfusunu tedirgin etmiş ve
toplumsal çatışmaların temelini atmıştır. Balfour Deklarasyonu ile başlayan bu
süreç Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını hedeflemiş ve
bölgedeki demografik yapıyı Yahudi nüfusu lehine değiştirme amacı taşımıştır.
Bu demografik değişim politikaları Filistin halkının topraklarından edilmesine
ve bölgenin yerel halkla yabancı göçmenler arasında bir çatışma alanı haline
gelmesine neden olmuştur.
Filistin’de Günümüze Kadar Süregelen Çatışmaların
Tarihsel Kökleri
İngiltere’nin
Siyonist hareketi destekleyerek Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için
attığı adımlar, Filistin halkı üzerinde kalıcı ve derin izler bırakmıştır.
İngiltere’nin bu politikası, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir arada barış
içinde yaşayan toplulukların arasına ayrılık tohumları ekmiş ve yerel Arap
halkı ile göçmen Yahudi nüfusu arasında süregelen çatışmaların temelini
oluşturmuştur. Filistin’in İngiliz yönetimi altına girmesiyle başlayan bu süreç
bölgedeki Müslüman ve Hristiyan Arap toplulukları için bir adaletsizlik ve
toprak kaybı dönemi olarak hafızalarda yer etmiştir. Günümüzde hala devam eden
Filistin-İsrail sorununun temelleri İngiltere’nin Yahudilere verdiği milli yurt
vaadi ile şekillenmiş ve bu vaat, bölgedeki çatışmaların ana kaynağı olmuştur.
Balfour
Deklarasyonu’ndan itibaren bölgeye yerleşen Yahudi göçmenlerin artışı, yerel
halkın topraklarının gasp edilmesi, ekonomik baskılar ve siyasi ayrımcılıklar Filistin
halkının direnişine yol açmıştır. Bu tarihsel gerçekler günümüzde Filistin
halkının hala bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme mücadelesinin ardında
yatan tarihsel nedenleri gözler önüne sermektedir. Sykes-Picot Anlaşması ile
şekillenen Orta Doğu düzeni bölgenin Batılı güçler tarafından yeniden
yapılandırılmasına yol açmış ve bu yapılandırma Filistin sorununun kökleşmesine
neden olmuştur.
Tarihsel Süreçten Alınacak Dersler: Birlik ve
Barış İçinde Yaşamanın Önemi
Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Filistin’de sağlanan barış ortamı farklı toplulukların
birlikte yaşama pratiğini güçlendirmiştir. Osmanlı'nın barışçıl yönetim
anlayışı ve halklar arasında sağladığı denge günümüz Filistin sorununun
çözümüne dair önemli dersler sunmaktadır. Osmanlı bölgeyi etnik ve dini
farklılıklara dayalı bir ayrışma yerine, toplumsal hoşgörü ve karşılıklı saygı
temelinde yönetmiş ve bu sayede Filistin’i barış içinde bir arada
tutabilmiştir. Bu deneyim, günümüz Orta Doğu’sunda barışçıl bir çözüm arayışı
için dikkate alınması gereken bir model olarak değerlendirilebilir.
Günümüzde
Filistin meselesinin çözümü Osmanlı’nın barış ve hoşgörü temelli yönetim
anlayışını örnek alarak, bölgedeki tüm halkların haklarına saygı gösterilmesi
ve karşılıklı bir uzlaşı ile mümkün olabilir. Filistin’deki Müslüman, Hristiyan
ve Yahudi topluluklarının Osmanlı döneminde olduğu gibi, bir arada barış içinde
yaşaması ancak ortak bir anlayış ve adalet temelli bir yönetimle sağlanabilir.
Bu bağlamda tarihten alınacak dersler Orta Doğu’daki güncel çatışmaların
çözümünde önemli bir rehber olabilir.
Sonuç: Tarihi Bilincin Günümüz İçin Önemi
Sonuç olarak,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin’de sağladığı barış ve İngiltere’nin
sömürgeci politikalarının ardından yaşanan çatışmalar günümüz Filistin
meselesini anlamak için tarihsel bir çerçeve sunmaktadır. İngiltere’nin
Yahudilere yönelik destek politikaları Siyonist hareketin Filistin’de güç
kazanmasına neden olmuş ve bu süreç günümüzde süregelen çatışmaların tarihsel
temelini atmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun barışçıl yönetim deneyimi bölgedeki
çatışmaların çözümüne dair önemli bir ders niteliğindedir ve Orta Doğu’daki
toplumsal barışa ulaşmak için dikkate alınması gereken bir model olarak öne
çıkmaktadır.