Ölümün Modernliği / Modernliğin Ölümü
“Her şeyin modernliğinden söz
edilebilir, ancak ölümün modernliğinden nasıl söz edilebilir?”
dediğinizi duyar gibiyim. Aslında, modernliğin elimizden çekip alabileceği
şeylerin sınırı hususunda sürekli yanılıyor oluşumuzun altında da bu kabil
hüsnü zannımız vardır: O kadar da değil… İnsanoğlu yeni/modern şeylere ne kadar hevesli
olursa olsun, bir yandan da bir çekinceyi her daim yedeğinde bulundurur. Ancak
bu çekince insanoğluna, modernliğin bir inkıraz olduğu intibaını verememiş, bu
izafi çöküşlerin müstakbel cennetin inşaasının bir gereği olduğuna inancını
yeğlemiştir.
Belki de bu inanca bağlanmasının
altında, modernlik yolunda katedilen mesafelerin geri dönülemez olduğuna dair
kör bir inanç yatmaktadır. O yüzden
modern zamanlara ermekle içine düştüğü bedbahtlığı sezinleyen her kişinin ruh
hali “Hem ağlarım hem giderim.” diyen gelinin ruh haliyle özdeştir
denilebilir.
İnsanoğlu var olduğu müddetçe,
her daim her şeyin yerli yerine konulması imkânı vardır. Öyle olmasaydı Elçiler gelmez, kıyamete kadar
geçerliliğinden bir şey yitirmeyecek Çağrıdan söz edilemezdi. Bu Çağrı
iyinin, güzelin, faydalı ve adil olanın çağrısı; bir anlamda da fıtrata
çağrıdır.[1]
Bana göre “Modernlik nedir?” sualine
verilebilecek en kestirme cevap: “Fıtratın tağyir edilmesi”dir. Keza
adalet de her şeyin yerli yerine konulması demektir ki her bir şeyin fıtratına
uygun kullanılması da adalet gereğidir. Ve insana adalet emredilmiştir[2]
Aynı zaman da insana “İktisat” da emredilmiştir[3].
İktisat da her şeyin olması gerektiği ölçüde olmasını ifade eder; ne bir eksik
ne de bir fazla…
İnsanoğlunun yeryüzündeki
vazifesini özetleyecek olursak “Fıtrata uymak, âdaleti tesis etmek ve
muktesid(ikisatlı) olmaktır.” diyebiliriz. Hayatı anlamlandırma ve yolumuzu
belirlemede kavramlar çok önemlidir. O yüzden, bu manada bir şeyler yapmak
isteyenlerin, kavramlarımızı ihya etmekle işe başlamaları hayatidir. Zira
Allah(cc) kelimeleriyle Hakkı ihkak edeceğini bildirmiştir.[4]
Esas konumuz bunlar olmamakla
beraber, ele aldığımız meseleyi oturduğu zeminden itibaren aydınlatması
bakımından birkaç kavrama değinmiş oldum. Şimdi başlık çerçevesinde yazımızın
kalan kısmına devam edelim.
Modernlik, bidayeti itibariyle
temelden bir değişimi ifade etmektedir. Ancak her nasılsa bütün inanç
sahipleri/bütün milletler, arada derece farkı olmakla beraber, modernliği
esasta bir değişim değil de usulde bir değişim olarak anlamayı tercih
etmişlerdir. Yani bu bakımdan modernlik, yolun/mecranın değil de vasıtaların
değişimi olarak görülmüştür. Dolayısıyla kimsenin aklına bu temel değişimin
nereye varacağına dair esaslı şüpheler gelmemiştir.
Modernliğin değiştirdiği şeyleri
birçok yönden ele alabiliriz. Bu bağlamda yazılıp çizilecek çokça şey elbette
mevcuttur. Bu yazıyı okurken eminim ki sizin de zihninizde bu değişimlere dair
birçok düşünce belirmiştir. Ben, modernliğin hayata dair dönüştürdüğü birçok
şeyden değil de “ölümden” söz etmek istiyorum. Aslında ölümün de hayata dair
olmadığı söylenemez. Ya da birisi kalkıp da “Asıl hayat ölüme dairdir.”
dese ona “Sen haksızsın!” dememiz sanırım haksızlık olur. Zira insan
ölmek üzere doğar ve ölmek için yaşar.
Ben Orta Anadolu’da bir köyde
doğdum. On dört yaşıma kadar doğduğum topraklarda yaşadım. Henüz elli yaşıma
varmamış olmakla beraber, “kara saban” ile tarla sürüldüğünü,
ekinlerin tarlalardan harmanlara “kağnı” ile getirildiğini, üzerinde
bir hayvanın çektiği “düven/döven” ile buğday tanelerinin
sap/samandan ayrıldığını, buğdayı kepeğinden ayıran seten taşını ve değirmeni gördüm. Gelinen nokta itibariyle zaman tünelinden
geçmiş gibi hissettiğim olur bazen.
Kimi zaman modernliğin “ölüm”
üzerindeki etkileri bağlamında düşündüğüm, dost meclislerinde bu
düşüncelerimden söz ettiğim olur. Laf aramızda, bir yazar için yazı yazmak dost
meclisinde konuşmanın samimiyetine yaklaşamıyorsa yazmanın muradı hâsıl olamayacak
demektir. Ben de o bakımdan dost meclisi içtenliği ile yazmaya gayret ediyorum.
Neyse, mevzuyu dağıtmayalım. Benim değirmenlere, kağnılara, düvenlere
şahit olduğum yıllarda, hayatın seyri içerisinde genel olarak gördüğüm ölüm manzarasından
söz edeceğim. Elbette bunun istisnaları vardı. Ancak bir insan için doğup,
büyüyüp yaşlanmanın ardından ölmek, genel olarak anlatacağım şekilde
gerçekleşmekte idi.
Bir insan düşünün, bir beldede
doğdu, büyüdü, çalıştı çabaladı. Hayatın akışı içerisinde çevresindeki
insanlarla temasta bulundu, onlarla çatışmaları, uzlaşmaları oldu.
Fedakârlıkları ya da fenalıkları da oldu. Diyelim ki onun adı da “Ahmet”
olsun. Gün geldi, Ahmet’in hayat telaşesi ivmesini yitirdi, ihtiyatlık çağı
gelip çattı ve yolun sonu göründü. Ve Ahmet ağabeyimiz günün birinde hastalanıp
topraktan önce döşeği mesken tuttu.
Böylesi durumda haber dalga dalga
her yana yayılır: Ahmet ağa hastalanmış, ölüm döşeğindeymiş. Onun ehli(ailesi)
artık onun başını boş bırakmaz, yaşarken temasta olduğu insanlar birer ikişer onu ziyarete gelirler ve
ayrılırken bildik bir cümle kurulur: “Ahmet ağa, sağlık üzere hakkını helal et!”
Ölüm döşeğine düşmek, bir insan için artık yekûn hattının çekilmesi demektir. O
insan yaşarken birçok şey yapmış ama artık beraber yaşadığı, temasta bulunduğu
insanlarla helalleşme zamanı gelmiştir. Ziyarete gelen insanlarla aralarında
birçok mesele varit olmuş ve bir birlerine hakları geçmiş olduğundan helalleşme
fırsatı bulmuş olmak çok önemlidir. İşte ölüm döşeği bir anlamda bu dünyadan
arınarak göçmenin fırsatı demektir.
Kadim/geleneksel hayatta ölüm
yadsınmaz. Ona direnmek değil hazırlanmaktır söz konusu olan. O yüzden kişinin
ölümü, dostlarınca hayret verici bir şekilde sezilir. Artık onu, cümle ile
helalleşme bahtına erdiği ölüm döşeğinden, İlahi Kelâm’ın uhrevi neşidesi
eşliğinde en güzel şekilde uğurlamak vaktidir. Son nefes verildiğinde Mushaf
kapatılır ve müteveffanın gözlerini müşfik bir el sıvazlayarak son kez kapatır.
Bir de ölümün modernliğini
düşünün. Bir yoğun bakım ünitesine hapsedilmiş halde, kablolarla monitörlere
bağlı, türlü çeşitli ecza ve cihaz eşliğinde, bir helallik dileğinden, ta
yüreğin derinliğinden kopup gelen “Helal olsun!” nidasından uzak,
soğuk ve mekanik bir ölüm…
Modernliğin kalıplarına göre,
yoğun bakıma alınmış hasta ölümle mücadele halindedir. Modern tıp bütün
imkânlarıyla bu mücadele destek olmakta, hatta hastayı bu mücadeleye icbar
etmektedir. Düşünün, belediyelerin “karla mücadele” ekipleri kurmak
durumunda olduğu bir çağda, ölüme direnme odalarının –yoğun bakımların-
olmaması düşünülebilir mi? Karla mücadele ile ölümle mücadele arasındaki
münasebet çok uzak mı göründü? Neyse üzerinde durmayın.
Yoğun bakımlarda, içinde yaşadığı
toplumdan yalıtılmış hastaların, aslında beraber yaşadıkları insanların
konforunu bozmamak üzere oraya hapsedildiklerini, sanırım hem hastalar hem de
yakınları bilmektedir. Ama birçok yakıcı hakikat gibi, bu da herkesin bildiği
ama bilmez gözüktüğü hakikatlerden birisidir.
İşte böyledir ölümün modernliği!
Sonunda hasta yakınlarına hastanın “ex olduğu” bildirilir ve morgun
kapısından cesedi teslim almaları salık verilir.
Modernliği öldürmenin yolunu
bulabilmek için modernliğin öldürdüklerine derin bir kavrayışla bakmak gereklidir.
İşte o zaman fıtratı korumanın, adaletin ve iktisadın her daim imkânının
olduğunu; yürüdüğümüz hiçbir yolun geri dönülemez olmadığını anlayabiliriz.
Söylenecek söz çok ancak söylenmeyeni
de fehmedecek okuyucunun varlığını da hesaba katmak gerek. Vesselam!