30 Aralık 2024

​Ölümün Modernliği / Modernliğin Ölümü

 

 

“Her şeyin modernliğinden söz edilebilir, ancak ölümün modernliğinden nasıl söz edilebilir?” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında, modernliğin elimizden çekip alabileceği şeylerin sınırı hususunda sürekli yanılıyor oluşumuzun altında da bu kabil hüsnü zannımız vardır: O kadar da değil…  İnsanoğlu yeni/modern şeylere ne kadar hevesli olursa olsun, bir yandan da bir çekinceyi her daim yedeğinde bulundurur. Ancak bu çekince insanoğluna, modernliğin bir inkıraz olduğu intibaını verememiş, bu izafi çöküşlerin müstakbel cennetin inşaasının bir gereği olduğuna inancını yeğlemiştir.

Belki de bu inanca bağlanmasının altında, modernlik yolunda katedilen mesafelerin geri dönülemez olduğuna dair kör bir inanç yatmaktadır.  O yüzden modern zamanlara ermekle içine düştüğü bedbahtlığı sezinleyen her kişinin ruh hali “Hem ağlarım hem giderim.” diyen gelinin ruh haliyle özdeştir denilebilir.

İnsanoğlu var olduğu müddetçe, her daim her şeyin yerli yerine konulması imkânı vardır. Öyle olmasaydı Elçiler gelmez, kıyamete kadar geçerliliğinden bir şey yitirmeyecek Çağrıdan söz edilemezdi. Bu Çağrı iyinin, güzelin, faydalı ve adil olanın çağrısı; bir anlamda da fıtrata çağrıdır.[1]

Bana göre “Modernlik nedir?” sualine verilebilecek en kestirme cevap: “Fıtratın tağyir edilmesi”dir. Keza adalet de her şeyin yerli yerine konulması demektir ki her bir şeyin fıtratına uygun kullanılması da adalet gereğidir. Ve insana adalet emredilmiştir[2] Aynı zaman da insana “İktisat” da emredilmiştir[3]. İktisat da her şeyin olması gerektiği ölçüde olmasını ifade eder; ne bir eksik ne de bir fazla…

İnsanoğlunun yeryüzündeki vazifesini özetleyecek olursak “Fıtrata uymak, âdaleti tesis etmek ve muktesid(ikisatlı) olmaktır.” diyebiliriz. Hayatı anlamlandırma ve yolumuzu belirlemede kavramlar çok önemlidir. O yüzden, bu manada bir şeyler yapmak isteyenlerin, kavramlarımızı ihya etmekle işe başlamaları hayatidir. Zira Allah(cc) kelimeleriyle Hakkı ihkak edeceğini bildirmiştir.[4]

Esas konumuz bunlar olmamakla beraber, ele aldığımız meseleyi oturduğu zeminden itibaren aydınlatması bakımından birkaç kavrama değinmiş oldum. Şimdi başlık çerçevesinde yazımızın kalan kısmına devam edelim.

Modernlik, bidayeti itibariyle temelden bir değişimi ifade etmektedir. Ancak her nasılsa bütün inanç sahipleri/bütün milletler, arada derece farkı olmakla beraber, modernliği esasta bir değişim değil de usulde bir değişim olarak anlamayı tercih etmişlerdir. Yani bu bakımdan modernlik, yolun/mecranın değil de vasıtaların değişimi olarak görülmüştür. Dolayısıyla kimsenin aklına bu temel değişimin nereye varacağına dair esaslı şüpheler gelmemiştir.

Modernliğin değiştirdiği şeyleri birçok yönden ele alabiliriz. Bu bağlamda yazılıp çizilecek çokça şey elbette mevcuttur. Bu yazıyı okurken eminim ki sizin de zihninizde bu değişimlere dair birçok düşünce belirmiştir. Ben, modernliğin hayata dair dönüştürdüğü birçok şeyden değil de “ölümden” söz etmek istiyorum. Aslında ölümün de hayata dair olmadığı söylenemez. Ya da birisi kalkıp da “Asıl hayat ölüme dairdir.” dese ona “Sen haksızsın!” dememiz sanırım haksızlık olur. Zira insan ölmek üzere doğar ve ölmek için yaşar.

Ben Orta Anadolu’da bir köyde doğdum. On dört yaşıma kadar doğduğum topraklarda yaşadım. Henüz elli yaşıma varmamış olmakla beraber, “kara saban” ile tarla sürüldüğünü, ekinlerin tarlalardan harmanlara “kağnı” ile getirildiğini, üzerinde bir hayvanın çektiği “düven/döven” ile buğday tanelerinin sap/samandan ayrıldığını, buğdayı kepeğinden ayıran seten taşını ve değirmeni gördüm.  Gelinen nokta itibariyle zaman tünelinden geçmiş gibi hissettiğim olur bazen.

Kimi zaman modernliğin “ölüm” üzerindeki etkileri bağlamında düşündüğüm, dost meclislerinde bu düşüncelerimden söz ettiğim olur. Laf aramızda, bir yazar için yazı yazmak dost meclisinde konuşmanın samimiyetine yaklaşamıyorsa yazmanın muradı hâsıl olamayacak demektir. Ben de o bakımdan dost meclisi içtenliği ile yazmaya gayret ediyorum.

Neyse, mevzuyu dağıtmayalım.  Benim değirmenlere, kağnılara, düvenlere şahit olduğum yıllarda, hayatın seyri içerisinde genel olarak gördüğüm ölüm manzarasından söz edeceğim. Elbette bunun istisnaları vardı. Ancak bir insan için doğup, büyüyüp yaşlanmanın ardından ölmek, genel olarak anlatacağım şekilde gerçekleşmekte idi.

Bir insan düşünün, bir beldede doğdu, büyüdü, çalıştı çabaladı. Hayatın akışı içerisinde çevresindeki insanlarla temasta bulundu, onlarla çatışmaları, uzlaşmaları oldu. Fedakârlıkları ya da fenalıkları da oldu. Diyelim ki onun adı da “Ahmet” olsun. Gün geldi, Ahmet’in hayat telaşesi ivmesini yitirdi, ihtiyatlık çağı gelip çattı ve yolun sonu göründü. Ve Ahmet ağabeyimiz günün birinde hastalanıp topraktan önce döşeği mesken tuttu.

Böylesi durumda haber dalga dalga her yana yayılır: Ahmet ağa hastalanmış, ölüm döşeğindeymiş. Onun ehli(ailesi) artık onun başını boş bırakmaz, yaşarken temasta olduğu insanlar  birer ikişer onu ziyarete gelirler ve ayrılırken bildik bir cümle kurulur: “Ahmet ağa, sağlık üzere hakkını helal et!” Ölüm döşeğine düşmek, bir insan için artık yekûn hattının çekilmesi demektir. O insan yaşarken birçok şey yapmış ama artık beraber yaşadığı, temasta bulunduğu insanlarla helalleşme zamanı gelmiştir. Ziyarete gelen insanlarla aralarında birçok mesele varit olmuş ve bir birlerine hakları geçmiş olduğundan helalleşme fırsatı bulmuş olmak çok önemlidir. İşte ölüm döşeği bir anlamda bu dünyadan arınarak göçmenin fırsatı demektir.

Kadim/geleneksel hayatta ölüm yadsınmaz. Ona direnmek değil hazırlanmaktır söz konusu olan. O yüzden kişinin ölümü, dostlarınca hayret verici bir şekilde sezilir. Artık onu, cümle ile helalleşme bahtına erdiği ölüm döşeğinden, İlahi Kelâm’ın uhrevi neşidesi eşliğinde en güzel şekilde uğurlamak vaktidir. Son nefes verildiğinde Mushaf kapatılır ve müteveffanın gözlerini müşfik bir el sıvazlayarak son kez kapatır.

Bir de ölümün modernliğini düşünün. Bir yoğun bakım ünitesine hapsedilmiş halde, kablolarla monitörlere bağlı, türlü çeşitli ecza ve cihaz eşliğinde, bir helallik dileğinden, ta yüreğin derinliğinden kopup gelen “Helal olsun!” nidasından uzak, soğuk ve mekanik bir ölüm…

Modernliğin kalıplarına göre, yoğun bakıma alınmış hasta ölümle mücadele halindedir. Modern tıp bütün imkânlarıyla bu mücadele destek olmakta, hatta hastayı bu mücadeleye icbar etmektedir. Düşünün, belediyelerin “karla mücadele” ekipleri kurmak durumunda olduğu bir çağda, ölüme direnme odalarının –yoğun bakımların- olmaması düşünülebilir mi? Karla mücadele ile ölümle mücadele arasındaki münasebet çok uzak mı göründü? Neyse üzerinde durmayın.

Yoğun bakımlarda, içinde yaşadığı toplumdan yalıtılmış hastaların, aslında beraber yaşadıkları insanların konforunu bozmamak üzere oraya hapsedildiklerini, sanırım hem hastalar hem de yakınları bilmektedir. Ama birçok yakıcı hakikat gibi, bu da herkesin bildiği ama bilmez gözüktüğü hakikatlerden birisidir. 

İşte böyledir ölümün modernliği! Sonunda hasta yakınlarına hastanın “ex olduğu” bildirilir ve morgun kapısından cesedi teslim almaları salık verilir.

Modernliği öldürmenin yolunu bulabilmek için modernliğin öldürdüklerine derin bir kavrayışla bakmak gereklidir. İşte o zaman fıtratı korumanın, adaletin ve iktisadın her daim imkânının olduğunu; yürüdüğümüz hiçbir yolun geri dönülemez olmadığını anlayabiliriz.

Söylenecek söz çok ancak söylenmeyeni de fehmedecek okuyucunun varlığını da hesaba katmak gerek. Vesselam!



[1] Rûm Suresi 30

[2] Nahl 90

[3] Lokman

[4] Yunus 82