Oğuz Kağan Destanında Tarihe, Tevhid ve İttihat Medeniyetinde Mefkûremiz
Mavi
Gök Yağız Yer
İnsan kendini bildikçe,
kendözüne aşina oldukça mağaradaki gölgelerle oyalanan akıllardan kurtulup
kendi varlığında içeriden çiçek açmaya başlar. Doğada çiçekler varlığa güneşe
doğru açılır; insanda ise bilgeleştikçe çiçekler içine doğru açılır ve
güzelleşir. Harabat ehlinin içi baharlarla dolu bir mevsim gibidir; yürekleri
dışarıdan sade ve samimi bir duruluk gösterse de içlerindeki hazanlar bile rengârenk
zamanları taşır. İnsan kendözünü bildikçe hakikate olan bağını da
güçlendiriyorsa orada erdemli bilgelik
zuhur ediyor demektir değilse oluşan şey Farabî’nin dediğinden ilham ile cahil bilgeliği olur. Acıyı bal eylemek varlık
iddiasından geçip hiçlik ile donanıp olan bitenle birlenmek demek olur ki bu da
tevhid ve ittihat ile kendözünde bilgeleşmek; kemalin renklerini kuşanmak olur.
Burada bana görelik, amaç, varlık iddiası, doğru budur tepkiselliği yoktur;
samimi ve sahih bir buluşma vardır.
Mitolojiden
tarihe giden yerde insan köklerinden zihnine doğru kendözünü buldukça aklından
içeri doğru çiçekler açar. İşte burada Türklerin Oğuz Kağan Destanı’nda yer
alan zuhur, yayılış, milletin teşkilatlanması ve bugün de Türkiye’deki
Türklerin çoğunun aslı esası olan Türk’ün Oğuz kolunun manası zuhur eder:
Destanın Reşidüddin nüshasında: “Türk tarihçileri ve çevik dilli hikâyeciler
şöyle anlatırlar: Nuh aleyhisselam yeryüzünü oğulları arasında bölüşürdüğü
sırada oğlu Yafes’in payına doğu memleketleri, Türkistan ve çevresi düştü.
Türklerin Olcay Han diye isimlendirdiği Yafes, göçebeydi. Yaylak ve kışlak
sahaları Türkistan’daydı. Yazları İnanç şehri yakınlarındaki Or Dağ ve Kür
Dağ’da kışları ise Karakurum diye meşhur olan Karakurum yakınlarındaki Bursuk bölgesinde
geçiriyordu. Her iki bölgede iki şehir vardır: Talas ve kırk tane büyük kapısı
olan Karı Sayram. Şimdilerde Müslüman Türkler orada otururlar. Burası Künci’nin
memleketine yakın olup, Kaydu’ya bağlıdır. Olcay Han’ın başkenti buradaydı.
Onun Dip Yavku adlı bir oğlu oldu. “Dip” kelimesi “taht ve makam” anlamına
gelir; “yavku” ise “ahalinin öncüsü” demektir. O büyük ve meşhur bir padişah
idi; dört tane şöhretli ve itibar sahibi oğlu vardı: Kara Han, Or Han, Gür Han,
Kür Han. Kara Han devrin geleneği gereği babasının yerine veliaht olduğundan
tahta geçti. Ondan, kutlu ve mesut bakışlı bir oğul dünyaya geldi. Üç gün
boyunca annesinin sütünü içmedi. Annesi onun bu şekilde davranmasından üzüntüye
kapıldı; dertlenip hüzünlendi…” anlatısı
ile dînî menşe ile bağlantılı bir kök şuuru görülür. Burada Tufandan sonra
hikâyenin devamını görmek de kabildir. Türkistan’ın kök vatan görülmesi ve
bunun üzerinden kendiliğin anlatılması vardır. Bu destandaki Oğuz’un Hun devri
ve Mo-tun (Mete) ile
birleştirilmesi ise Türkistan’daki tarihimiz açısından başka bir anlam taşır.
Gerçekliği olmasa bile mitolojiden tarihe yürüdüğümüz yerde bizim için kıymet
taşır. Oğulları Ki-ok Türkçe’deki Gök, Kün-içen ise Gün Han’ı ifade
ettiğinin söylenmesi de ayrıca bu konuda kendözümüz açısında Hun çağına yani
tarihî devirlere yaklaşmak bakımından önemlidir. Tarihî devriden kastımız artık
olan biteni yazılı ve diğer kaynaklarla gösterebiliyor olmamızdır. Oğuz
kelimesinin etimolojisinde ok ve çoğul eki ile boylar manasında bir kelime
olduğu değerlendirmesi 22 ya da 24 boyun oluşması ile alakalıdır. Bu destan
üzerinden ortaya koyduğumuz Ok-Yay medeniyet teorisinde de ifade ettiğimiz gibi
bu destan hem milletin ortaya çıkışı, hem oluşumu, milletin doğa ve insanla
alakası ve inançları, cihan hâkimiyeti mefkûresi gibi toplum, devlet ve
coğrafyaya/şehre dair ortaya koydukları bizim medeniyetçi bir millet olarak
varlığımızı gösteren çok değerli bir durumdur. Bu destan üzerinden Farabî ve
İbn Haldun kavramları üzerinden bir medeniyet anlayışı oluşturacak malzemeyi
bulabilmemiz Türklerin felsefî ve medenî yönünün gücünü bir Türk güzellemesi
yapmak, idealize etmek, “Biz ne şahane adamlarız.” diye boşa övünmenin ötesinde
mitolojik çağımızdan tarihî devrelere bizi geçirirken göstermektedir. Oğuzların
Selçuklu ve Osmanlı çağında yaptıkları ve Türkiye Cumhuriyeti devresindeki
durumları da bu hâle işaret eder. Bir Oğuz/Türkmen/Yörük çocuğu olan Mustafa
Kemal Atatürk bu mana üzerinde yeni bir çağda yeni bir devleti kurarken
köklerinden besleniyordu şüphesiz. Töreli bir millet olarak biz geçmişimizin
izlerinden içimize doğru açtığımız çiçekleri tanıdıkça zaman içerisinde
gösterdiğimiz mevsimleri anlama imkânına sahip oluyoruz. Bunun övmek ya da
yermek için değil, hele kibir edip başkalarına yan bakmak için hiç yapmıyoruz.
Bilakis o hiçleşme içinde bütünleştiğimiz insanlık ile vardığımız tevhidî bağ
ve ittihat, bizi insan olmanın yükseğine taşırken millet olarak Türk adıyla var
olduğumuz köklerden geleceğe bakabiliyoruz.
Türklerin içine çiçek açıp Türkçe âleme bilgelik kokuları saçan en büyük
seslerinden birisi şüphesiz Yunus Emre’dir. Onun erdemli bilgeliğinde “Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan/ Şer‘
ile evliya ise hakikatte asidir”, “Bir kez gönül yıktınsa bu kıldığın namaz
değil/ Yetmiş iki millet dahi elin yüzün
yumaz değil” dediği bu insanlık ve İslâmlık hâlinin 21. Asırda bizim
ruhumuza ve meselelerimize şu anda katkısı var mıdır? Biz bu erdemi ne kadar
temessül ettik ve eğitim sistemi hâline getirerek ne kadar içimizden
çiçeklendik. Unutmamak lazım ki klasikler var etmek içinden çiçeklendiği yerden
nasip oluyor bir kültüre. Bu bakımdan Türkler hâlâ sunî birtakım insanlık
halleri ile hayatlarını çaldırmak yerine 72 milletin Türkistan’ın ve
Türkiye’deki sürgünlerinin ilhamıyla içeriye doğru çiçeklenecekleri bir hâli
hayal etmek durumundadırlar. Bu durum dev teknolojiler kadar küreselleşmesi
gereken bir durum değil midir? Şimdi biraz camileri düşünelim. Dışından sade ve
asude yapıların içindeki çinilerde hep çiçekler neden açmıştır acaba? Atalar
bize ne demek ister bununla? Tevhid ve ittihat; birlik ve gönül menzilinde o
çiçeklerin baharını içimize estirecektir düşüncesi ve duasıyla efendim.
Hak için olsun.
Vesselam