04 Şubat 2025

​Nurettin Topçu'yla sofrasında uzun hikâyemize dair

Bir sofradayız; hayalin açtığı kapıdan geçtik ve Nurettin Topçu’nun mütebessim, vakur ve müneffis çehresiyle karşı karşıya otururken insan düşünüyor böyle bir imkân olsaydı bu büyük ruhun karşısında ne söylenir, ne sorulur, nasıl halleşilirdi? Yanlış anlamayın zihinlerinize bir de Topçu putu dikmeye niyetim yok. Onun hayatımızın içinde bizle olması ve bize konuşması önemlidir. Kendisi de böyle isterdi diye sanıyorum. Zira bildiğim hayatındaki zuhurat buna paralel bir hâli gösteriyor. Bu tip insanlarla otururken sanırım mevlid içinde geçen ehli derdin sohbetine mahrem et denilen o zaviyeden derdi, meseleyi, ülküyü daha önemlisi acıyı anlamaya çalışmak, fikir yoldaşı olmak gayretini kuşanmak önemlidir. Zira düşünen ve derdi olan insanla malâyânî konuşmak onları rencide eder. Onca yıl, emek, sevgi ile dokunan hürmet, merhamet ve hizmet peşinde geçirilen bir hayata yorgun konularla gitmek, kahve muhabbeti açmak laubalilik olmasa bile biraz sağduyusuzluk olacaktır. Bu insanların hâli hayatıdır. Büyük adam hayatı ile eserini birleştiren adamdır, diyen birisinin eserinden hayatına girerken bunu unutmamak gerekirdi sanki. O sofrada öncelikle oturuş, kalkış, bakış, konuşma tarzı, hitap, yemek yeme hâlleri ve adabı muaşerete dair şeyleri gözlemeye çalışırdım. Bir insanı görmek, tanımak. Hepsi oturaklı, illa kurallı olmalı değildir. Bir İngiliz soylusu disiplininden değil bir irfan ve düşünce insanının sofrasından bahsediyoruz. Nasılsa öyle işte…

Sofrada söze başlayıp da kendisinin hâl hatır edip söz vermesi söz konusu olursa eğer yani sizi kendi düşünce iklimine çağırırsa o vakit ciddi bir anlamda kendisiyle/fikriyle hemhâl iseniz ondakileri ondan yüz yüze ve belki de o biriciklik içinde anlamaya çalışırsınız. Filancayla birlikteydim egosu çirkin bir narsizmden başka bir şey değildir. Bunu bir tiyatro senaryosu gibi düşünmeyi ve izlemeyi de çok isterdim. İşte bu meyanda Topçu Bey söze yol verirse ve kendi sınırının ötesine davet ederse onunla paylaşmayı isteyeceğim ilk şey sanırım bizim bitmeyen uzun hikâyemize dair olacaktır. Nurettin Topçu beyefendiye Hocam bir yerde Hâlâ millî benliğimize dönmenin ne olduğunu anlayan yok, diyorsunuz millî benlik nedir, dönmenin hâli ve metodu nasıldır ve bunu anlamak nice olur şeklinde bir felsefeciye sorulacak yolla mantık ve makulat içinde danışmak isterdim diye düşündüm. Bu, derde mahrem olmak zor olsa gerek. Kendisinin yaşadığı hayat, güncel rutinler, sorunlar ötesinde bir yerden hocaya bakmak bu olsa gerek diye düşünürüm. Her halükârda bir insanlar insanca ve hayat için konuştuğumu unutmadan, duygusal bağlılık ve bağımlılık inşa etmenin ötesine geçerek ki bu hâl insanda makul zemini yok edip o şahsı bazen onu bile yok edecek kadar put etme yoluna sokar insanı, kendini bil yolunda duymaya ve görmeye çalışırdım. Sözü, sukûtu, nazarı ve hareketiyle bu münzevî adamı anlamaya mahremine yoldaş olmaya çalışmak kim bilir belki çok kolay belki de zorlu bir hâl olurdu.  

Sofrada çorbalar içilip de gönül ve akıl ısınmaya başladığında ona bitmeyen hikâyenin diğer bir meselesi olan Medeniyet, kültür ve mektep; millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır, şeklinde ifade ettiği konuların künhüne vakıf olmak için sorardım. O bayrak yeniden nasıl dikilecek. Türkler bu asırda yeniden kendi sofralarında kendileri ve insanlık için kendözlerinden bir dünyayı nasıl yaşayacaklar. Bunun olması ve olmamasının önündeki sorunlar, engeller nelerdir, hocanın sabrını da kollayarak ve bilgiçlik ile sorulana sorduğunu öğretme hamlığına düşmeden dinlemeye çalışırdım. Şimdi bile karşımda o mütebessim yüzü görür gibi olarak hayalle gerçek arasında o adaplı sedayı duyar gibiyim. Kendimizi nasıl bileceğiz hocam?  İşte tam burada yemeğin ilerleyen yerinde konuyu Zekâlarımızın beli büküldü. Taklit, doğurucu iradeye sahip olmayanların işidir, dediğiniz yerde duralım, o tepeden hayatımıza bakalım uygun görürseniz demeyi isterdim. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz Hocam. Bu kimsesiz, arkasız, sabitesiz, fikirsiz, kendiliksiz yığınlara bir deniz feneri olacak beli bükük Anadolu’yu ve Türk’ü yeniden doğurucu iradeye götürecek sebepler ve gereçler nelerdir, diyerek derin bir kuyuya dalmak isterdim. Burası sofranın başında başlayan hikâyenin millî benliğe dönmek düğümüyle başlayan uzun hikâyenin tiyatro sahnesindeki çözüme doğru gittiğimiz yeri olarak Hoca ile zamana neşter vurulmaya başlayan anı gibi geldi hayalimde. Bizim düşünce kaynağımızın esası ne olacak peki? Batı’dan mı Doğu’dan mı nereden hangi kuyudan çıkacak o su Hocam? Buradan kendisine Tarih yarattığı müesseslerle kendi yaşamış olduğu hadiselerin ruh ve manasını bize miras bırakmıştır ve bizi onlarla düşündürmektedir, diyorsunuz sözlerinin arkasına takılıp gitmeyi isterdim. Hocanın elinden tutup bir yokuşa oradan bir ormana bir su kenarına varıp münzevî yalnızlıklardan konuşmak da isterdim. Hocaya vicdanı, haysiyeti, vefayı, emaneti ve sadakati sormak isterdim. İşte tam burada o sorular bizi onun esas meselelerinden birine taşırdı diye zannediyorum. Ahlâkta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor, sözüyle yavaş yavaş tatlıya doğru ilerlerdik. Hoca hangi tatlıyı severdi acaba? Erzurum, Erzincan zevki mi yoksa İstanbulî bir eda mı onda vardı. Bu toprakların insanıydı, bayrağını Sorbona astırtmış bir ruh ve hareket adamıyla oturup da çocukça şeyleri lakırdı etmek ancak hamlık olurdu. Konuşma sanırım çaylar içilirken şöyle nihayetlenir idi: Millet kültürü tarihle başlar, felsefede nihayetlenir. Nurettin Topçu’yu bir kült yazar, ideolojik bir pagan tanrısı, bir put haline getirmeden, sözlerini kutlu sayıp kutsal muamelesi yapmadan ellerinden öpüp iznimi ve duasını alıp aşk u niyaz ile o sofradan kalkıp Üsküdar’ın sessiz ve sisli yokuşlarından Taşçı Mahmut sokağındaki metruk çatı katındaki evimde hayalime devam ederdim. Bir bilinç akışının sofradan bize anlatacakları yemeklerin sembolize edecekleri de bu sahnede bizim için başka manalar ifade etti elbet ama onlar bizimle Hoca arasında yaşamaya devam etsin. Uzun hikâye devam ediyor… Hâl imiş.

 

Hak için olsun

Vesselam