Nurettin Topçu'yla sofrasında uzun hikâyemize dair
Bir sofradayız; hayalin açtığı kapıdan geçtik ve Nurettin
Topçu’nun mütebessim, vakur ve müneffis çehresiyle karşı karşıya otururken
insan düşünüyor böyle bir imkân olsaydı bu büyük ruhun karşısında ne söylenir,
ne sorulur, nasıl halleşilirdi? Yanlış anlamayın zihinlerinize bir de Topçu
putu dikmeye niyetim yok. Onun hayatımızın içinde bizle olması ve bize
konuşması önemlidir. Kendisi de böyle isterdi diye sanıyorum. Zira bildiğim
hayatındaki zuhurat buna paralel bir hâli gösteriyor. Bu tip insanlarla
otururken sanırım mevlid içinde geçen ehli
derdin sohbetine mahrem et denilen o zaviyeden derdi, meseleyi, ülküyü daha
önemlisi acıyı anlamaya çalışmak, fikir yoldaşı olmak gayretini kuşanmak
önemlidir. Zira düşünen ve derdi olan insanla malâyânî konuşmak onları rencide
eder. Onca yıl, emek, sevgi ile dokunan hürmet, merhamet ve hizmet peşinde
geçirilen bir hayata yorgun konularla gitmek, kahve muhabbeti açmak laubalilik
olmasa bile biraz sağduyusuzluk olacaktır. Bu insanların hâli hayatıdır. Büyük
adam hayatı ile eserini birleştiren adamdır, diyen birisinin eserinden hayatına
girerken bunu unutmamak gerekirdi sanki. O sofrada öncelikle oturuş, kalkış,
bakış, konuşma tarzı, hitap, yemek yeme hâlleri ve adabı muaşerete dair şeyleri
gözlemeye çalışırdım. Bir insanı görmek, tanımak. Hepsi oturaklı, illa kurallı
olmalı değildir. Bir İngiliz soylusu disiplininden değil bir irfan ve düşünce
insanının sofrasından bahsediyoruz. Nasılsa öyle işte…
Sofrada söze başlayıp da kendisinin hâl hatır edip söz
vermesi söz konusu olursa eğer yani sizi kendi düşünce iklimine çağırırsa o
vakit ciddi bir anlamda kendisiyle/fikriyle hemhâl iseniz ondakileri ondan yüz
yüze ve belki de o biriciklik içinde anlamaya çalışırsınız. Filancayla
birlikteydim egosu çirkin bir narsizmden başka bir şey değildir. Bunu bir
tiyatro senaryosu gibi düşünmeyi ve izlemeyi de çok isterdim. İşte bu meyanda
Topçu Bey söze yol verirse ve kendi sınırının ötesine davet ederse onunla
paylaşmayı isteyeceğim ilk şey sanırım bizim bitmeyen uzun hikâyemize dair
olacaktır. Nurettin Topçu beyefendiye Hocam bir yerde Hâlâ millî benliğimize dönmenin ne olduğunu anlayan yok, diyorsunuz
millî benlik nedir, dönmenin hâli ve metodu nasıldır ve bunu anlamak nice olur
şeklinde bir felsefeciye sorulacak yolla mantık ve makulat içinde danışmak
isterdim diye düşündüm. Bu, derde mahrem olmak zor olsa gerek. Kendisinin
yaşadığı hayat, güncel rutinler, sorunlar ötesinde bir yerden hocaya bakmak bu
olsa gerek diye düşünürüm. Her halükârda bir insanlar insanca ve hayat için
konuştuğumu unutmadan, duygusal bağlılık ve bağımlılık inşa etmenin ötesine
geçerek ki bu hâl insanda makul zemini yok edip o şahsı bazen onu bile yok
edecek kadar put etme yoluna sokar insanı, kendini bil yolunda duymaya ve
görmeye çalışırdım. Sözü, sukûtu, nazarı ve hareketiyle bu münzevî adamı
anlamaya mahremine yoldaş olmaya çalışmak kim bilir belki çok kolay belki de
zorlu bir hâl olurdu.
Sofrada çorbalar içilip de gönül ve akıl ısınmaya
başladığında ona bitmeyen hikâyenin diğer bir meselesi olan Medeniyet, kültür ve mektep; millet
kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır, şeklinde ifade ettiği konuların
künhüne vakıf olmak için sorardım. O bayrak yeniden nasıl dikilecek. Türkler bu
asırda yeniden kendi sofralarında kendileri ve insanlık için kendözlerinden bir
dünyayı nasıl yaşayacaklar. Bunun olması ve olmamasının önündeki sorunlar,
engeller nelerdir, hocanın sabrını da kollayarak ve bilgiçlik ile sorulana
sorduğunu öğretme hamlığına düşmeden dinlemeye çalışırdım. Şimdi bile karşımda
o mütebessim yüzü görür gibi olarak hayalle gerçek arasında o adaplı sedayı
duyar gibiyim. Kendimizi nasıl bileceğiz hocam?
İşte tam burada yemeğin ilerleyen yerinde konuyu Zekâlarımızın beli büküldü. Taklit, doğurucu iradeye sahip olmayanların
işidir, dediğiniz yerde duralım, o tepeden hayatımıza bakalım uygun
görürseniz demeyi isterdim. Nereden geldik ve nereye gidiyoruz Hocam. Bu
kimsesiz, arkasız, sabitesiz, fikirsiz, kendiliksiz yığınlara bir deniz feneri
olacak beli bükük Anadolu’yu ve Türk’ü yeniden doğurucu iradeye götürecek
sebepler ve gereçler nelerdir, diyerek derin bir kuyuya dalmak isterdim. Burası
sofranın başında başlayan hikâyenin millî benliğe dönmek düğümüyle başlayan
uzun hikâyenin tiyatro sahnesindeki çözüme doğru gittiğimiz yeri olarak Hoca
ile zamana neşter vurulmaya başlayan anı gibi geldi hayalimde. Bizim düşünce
kaynağımızın esası ne olacak peki? Batı’dan mı Doğu’dan mı nereden hangi
kuyudan çıkacak o su Hocam? Buradan kendisine Tarih yarattığı müesseslerle kendi yaşamış
olduğu hadiselerin ruh ve manasını bize miras bırakmıştır ve bizi onlarla
düşündürmektedir, diyorsunuz sözlerinin
arkasına takılıp gitmeyi isterdim. Hocanın elinden tutup bir yokuşa oradan bir
ormana bir su kenarına varıp münzevî yalnızlıklardan konuşmak da isterdim.
Hocaya vicdanı, haysiyeti, vefayı, emaneti ve sadakati sormak isterdim. İşte
tam burada o sorular bizi onun esas meselelerinden birine taşırdı diye
zannediyorum. Ahlâkta yıkılışımız
tarihimizi inkârla başlıyor, sözüyle yavaş
yavaş tatlıya doğru ilerlerdik. Hoca hangi tatlıyı severdi acaba? Erzurum,
Erzincan zevki mi yoksa İstanbulî bir eda mı onda vardı. Bu toprakların
insanıydı, bayrağını Sorbona astırtmış bir ruh ve hareket adamıyla oturup da
çocukça şeyleri lakırdı etmek ancak hamlık olurdu. Konuşma sanırım çaylar
içilirken şöyle nihayetlenir idi: Millet
kültürü tarihle başlar, felsefede nihayetlenir. Nurettin Topçu’yu bir kült
yazar, ideolojik bir pagan tanrısı, bir put haline getirmeden, sözlerini kutlu
sayıp kutsal muamelesi yapmadan ellerinden öpüp iznimi ve duasını alıp aşk u
niyaz ile o sofradan kalkıp Üsküdar’ın sessiz ve sisli yokuşlarından Taşçı
Mahmut sokağındaki metruk çatı katındaki evimde hayalime devam ederdim. Bir
bilinç akışının sofradan bize anlatacakları yemeklerin sembolize edecekleri de
bu sahnede bizim için başka manalar ifade etti elbet ama onlar bizimle Hoca
arasında yaşamaya devam etsin. Uzun hikâye devam ediyor… Hâl imiş.
Hak için olsun
Vesselam