Kudüs'ten Gazze'ye Ebrehe'nin filleri
Ekonomik güç ve bunun
büyük ordularla tahkim edilmesi ve bunun bir inançla meşrulaştırılmasının zorba
bir veçheye bürünmesi zaman kadar eski bir insanlık durumudur. Bunun en katı
yaşandığı zamanlardan biri modern asırlar oldu.
Kuran’da Fil suresinde
yankısını bulan bir olayın özünde de böyle bir zamana dair bir mesaj ve akıbete
dair manzara vardır. Ebrehe çağın dev gücü olarak yenilemeyecek olarak
tanımlanan büyük bir fil ordusu ile Habeşistan’ı dünyanın önemli ticaret
merkezlerinden yapmayı hayal ediyordu. Yine ekonomik gerekçeler ve askeri gücün
kibrinde harekete geçen bir müptezellik insanlığa kast edecekti. Bu noktada
Ebrehe kendisine rakip olarak Kâbe’yi görüyordu. İşte bu güçlü orduya istinat
eden Ebrehe Kabe’yi bu gerekçe ile yıkmak için yola koyuldu. Ebrehe’nin bir
derdi daha vardı; kendi yaptırdığı Yemen’in Sana şehrindeki büyük kiliseyi
herkesin hürmet duyduğu bir yer yapmak ihtirası da taşıyordu. Kutsalla çıkar
birbirine karıştırılarak insanlık tahrip edilmek isteniyordu.
Ebrehe’nin bu ihtirası,
insanlığın vicdanı Kabe’ye hedef alarak inancı, ekonomik ve askeri gücünden
aldığı güven ve büyük bir kibirle bu kutsal yeri yıkmaya yeltendi. Sonuç Fahr-i
kâinat efendimizin dedesi Abdulmuttalip’in develerini isterken “Ben develerin sahibiyim. Kabe’nin elbette
sahibi vardır. Onu, O korur dediğince olmuş; Kabe’yi sahibi korumuş,
filleriyle gelenleri ise sonunda onları
yenilmiş ekin gibi yaptı tarifiyle buyurulan akıbete duçar kılmıştı.
Kur’an kıssaları
güncellenebilir ve sürekliliği olan doğasıyla dünü hatırlatarak uyardığı gibi
geleceğe dair de bir mesaj verir.
Kudüs, insanlığın
başkenti. Nizzar Kabbani’nin bugünkü manzarayı da kapsayacak şekilde durumu
enfes bir uslüpla mısralarına taşıyarak “Ey
Kudüs, ey hüzünler şehri Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan Kim durduracak
düşmanları Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi Kim silecek kanları
duvarlarından İncil’i kim kurtaracak Kim kurtaracak Kur'an’ı Kim
kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden İnsanlığı kim kurtaracak”
diyerek inlediği şehir Kudüs.
Bir kere daha tarihin
acayip tekerrürlerinden biri yaşanarak çağın Ebreheleri bu defa Kudüs
kapılarına dayandı. Ekonomik güçleri ve Ebrehe’nin fillerine benzeyen yenilmez
gördükleri tankları, topları ve tüfekleri de var. Bir “mabed” hayaliyle ve onun
hatırına, kan dökmeyeceksin diyen bir dine inanmasına rağmen, her şeyi kana
bulamaya hazır bir güç ekonomik hesapları, petrol kokan planları ile inancına
bürünmüş bir tağut bu kere Kudüs kapısına dayandı.
Müslüman ne diyecek?
Kudüs’ü sahibi elbette koruyacaktır! Ebabillerin sesleri duyulurken, Ebrehe
dağınık, güçsüz ve fakir gördüğü coğrafyaya, fillerinden ve ekonomik gücünden
edindiği kibirle yeniden yan bakıyor. İstiyor ki beslediği teröristler
masumlara saldırsın ki ona kan dökmesi için bahane doğsun. Diliyor ki bölge
halkları bu besleme teröristleri Kudüs müdafi sanarak onlara sempati beslesin,
temenni ediyor ki refah, huzur, ekonomi, bilim, kültür, sanat üretemeyen
bölgenin kuklaları bu ortamda iyice pespayeleşsin, Hz. Ömer ruhu, Selahaddin
azmi ve Yavuz ülküsü unutulsun. Hz. Ömer’in bir fetih modeli olarak ihtiramı
tarihe kazıyan tecrübesi, Selahaddin’in bölünmüş olanın birleşince nelere kadir
olup, bu şehri hakiki manasına tevdi etmesinin tecrübesi, Yavuz’un ilk
ikisinden aldığı ilhamla İbrahim Halilullah edebiyle bu şehre hadimlik
etmesinin tecrübesi hep bizim. Buna düşman ve yabancı olanları tecrübesi ise
şiddettin ve kanın pazarının canlanmasından yana.
Kudüs’ü Allah
koruyacak, ya Müslümanlar? Tarih tekerrür ederken, insanlığın başkentine
insanlığın ruhunu taşıyacak olan Kudüs bizi mezhepçi, etnik vs bağlarımızdan
kurtarıp bir üst değer etrafında iri, diri ve kardeş kılabilecek mi? Bir
olabilecek miyiz? İslam ülkeleri
insaniyetin makul çevrelerini de peşine takarak Kudüs‘te insanlık büyük
meclisini toplayabilecek mi? Türkiye, İran ve Mısır bu cümleden bir araya
gelerek kendi devesini işgalciden isteyebilecek mi? Zaman havanda söz döğme
değil meydanda sefer vaktidir.
Kudüs, her kesin ve her
dinin olması için, cihan hâkimiyeti mefkûremiz içinde nizam-ı âlem ülkümüz
çerçevesinde, tarihi tecrübemiz gölgesinde yeninden düşünülmelidir.
Ebrehe yeniden zuhur
etti, bakalım Aksa’da neler yaşanacak!
Ve… Onu, O korur
diyecek imanımız… Hz. Ömer, Selahaddin, Yavuz’un müteselsil mefkûresinin
mirasçıları yol sizindir… İnsanlık davası onların manasıyla insanlığın
başkentine gerçek anlamına yeniden ulaştırabilecektir. Orayı siyaseten
birilerine peşkeş çekmek olsa olsa orada insanlığa ihanet olacaktır.
***
Kâbus belki bitmedi, belki karanlıklaşarak devam edecek ama
baki olan bir imanın masum umuduysa, insanlık için bir nizam ve cihana bir
mefkûrenin aydınlığıyla faydalı olmak derdiyse ötesi çok da gam değil.
“Fil”leriyle gelenden “deve”mizi isteriz mülkü sahibi koruyacaktır!
Kudüs’e dair yaşananlar bundan asırlar önce Haçlı saldırısı
karşısında şaşalamış, gerilemiş bir dünyanın uyanışıyla birliğe ulaşması gibi
ölü toprağımıza hayatın nefesini üfler gibi oldu. Selahaddin Eyyûbi’nin Musul,
Halep, Şam ve Kahire merkezli sağladığı büyük birleşme, bütünleşme iradesini
hatırlamamız için vesile olacak bir şimşek olması umduğumuz o ses ve ışıkla
gözlerimizin önündeki perdelerin aralanmış olmasını umut ediyoruz. Bugün
bahsettiğimiz yerlerin tamamıyla harabe ve yıkımla, insanlarınınsa savaş, göç
ve kanla sınandığını düşünecek olursak işimizin çok da kolay olmadığını
görüyoruz. Tarihin bize yük olmaması için ondaki vakayı hıfzetmekten,
papağanlığını yapmaktan çok oradaki esası, dinamizmi idrak etmemiz gerektiğini
anlamamız gerekiyor. Bu olaylar bir “birlik
iradesi”ne yol açmadıkça tarihin önümüze sunduğu fırsatlar ıslah
edilemediğinden boşa akan ırmaklar gibi önümüzden geçip gidecektir.
***
Dünyamızın ve bunun içinde Müslümanların pek çok meselesi
olduğu ortadadır. Bu sorunlara temas eden pek çok yaklaşım söz konusu oldu.
Bunlardan birisi de Cemil Meriç’in, “Tufana
yakalanmış bahtsız bir toplumu gemisine çağıran Hz. Nuh’a” benzettiği
Mehmet Akif Ersoy’dur. Akif mevcut duruma tenkidi ve çilekeş bir bakışla
yaklaşır.
İslam dünyasında dinin
kendi mecraından çıkarak fersudeleşmesi Akif’te önemli bir eleştiri alanıdır. Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık
bile… Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile! Kaç hakikî
Müslüman gördümse: Hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba
göklerdedir! Nizamın ve cihan hâkimiyeti mefkûresinin kayıp
edilmişliği bu cümleden Akif’te söze dökülür: “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya
milliyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin, Nur olup
fışkırmışız ta sinesinden zulmetin;” Milliyet kimlik, mensubiyet ve
mesuliyettir.
Cehalet bu cümleden Akif’in cephe aldığı önemli bir
meseledir. “Öyle bir kavm ki dinlerse
neva-yı ninni/Gibi dinlerdi onun zemzem-i hikmetini/Öyle bir kavm ki Aşık
Ömer’i ezberler/Sonra Kuran’ı sıkılmazda yüzünden heceler/Öyle bir kavm ki
Köroğlu’na peygamber der/Sonra Peygambere binlerce hata nisbet eder/Öyle bir
kavm ki tahsili tanır da bidat/ Kara cahilliğe sünnet gibi eyler hürmet/Öyle
bir kavm ki yaveyi ilm sanır/Öyle bir kavm ki hep meskeneti hilm tanır.” Akif
bu bakımdan dinin yanlış anlaşılmasından ve suiistimallerden usanmıştır. “Kolay mı dini hurufat içinde inletmek/Niçin
Kitab-ı İlahiyi payimal ettin?/Niçin şeriati murdar elinle kirlettin?” Kaderci
tevekküle çalışmaya sırt dönmenin neticesine dair açık sözler söyler: “O ihtişamı elinden niçin bıraktın da/Bugün
yatıp duruyorsun ayaklar altında/’Kadermiş!’ Öyle mi? Haşa, bu söz değil
doğru/Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu/Taleb nasılsa, tabii netice
öyle çıkar/Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var/ ‘Çalış’dedikçe şeriat
çalışmadın durdun/Onun hesabına birçok hurafe uydurdun/Sonunda bir de
‘tevekkül’ sokuşturup araya/Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”
Miskin, tembel ve
dermansızlık yanından insanın kaybı Akif’in en büyük dertlerindedir: “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş! Diyorduk : ‘Bir
buçuk milyar!’ Meğer tek bir nefer yokmuş! Bu hissiz toprağın üstünde mazlûmîne
yer yokmuş! Adalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş! Bütün boşlukmuş
insanlık; Ne istersen, meğer yokmuş!” Umranını yitirmiş dünyamız
bu tembellik ve cehalet içinde perişandır. Akif’in şu mısraları ise bugünün
Ortadoğu’sunun resmi gibidir: “Harap
iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler, Yıkılmış köprüler, çökmüş
kanallar, yolcusuz yollar(bugünün Irak/Suriye/Afganistan/Yemen/Libya vb), Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar,
kaynamaz kanlar(Irak, Suriye, Arakan, Yemen’den insan manzaraları), Düşünmez
başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; Tegallüpler, esaretler,
tahakkümler, mezelletler; Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler(ABD,
Ruysa, Suud,BAE vs); Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz
tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler,
secdesiz başlar;“Gazâ” nâmiyle dindaş
öldüren biçare dindaşlar(DAEŞ); Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük
damlar; Emek mahrumu günler; fikr-i
ferdâ bilmez akşamlar(Umumi durum)!
İslam dünyası Akif’in
nazarında düşünmeyen başların ülkesidir; tefekkür göçmüştür bu âlemden, umran
yıkılmıştır, gaza namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar mısraınıysa bugün
izaha gerek yoktur ne yazık ki.Başsız
ümmetler derken batızede idrarelerin altında ömür çürüten siyasi olarak bölünmüş
bir güruha işaret ediyor. Birliğini yitirenler dirliğini de kaybediyor. Emek
mahrumu günler tespiti ise düşünemeyen üretemeyen bir dünyanın
fakirliğinin yani ekonomik yokluğunun da izahı gibidir. Buna bir de tefrika
eklenince “Şikaak için mi eder, sâde,
kalbiniz darabân? Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza? Çıkınca avluya
herkes niçin boğaz boğaza? Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki yaptığınız?
mısralarındaki feryad yükselir.
İnsanını yitirmiş bu
coğrafya, kaderci ve tevekkülcü, düşünemeyen, emek göz ardı edildiği için
ekonomik zaaflarla dolu sorunlu bir dini yorumun müntesibidir. Düşünmeyi
bıraktığı için kendi irfanı ve asrın idrakinden kopmuştur. Birliğini kaybetmiş
bir tefrikalar ülkesidir İslam dünyası. Zamanın gerçekleri, eğitimi ve ruhundan
koptuğundan tarihin dışında kaldığı gibi, yanlış anlayışlar yüzünden kendi
tarihinde kendini muhafazadan bile mahrum bir güruh. Emperyalizm karşısındaki
yenilgilerini katiline âşık olarak taklitle aşmaya çalışan Ne yaparsa Avrupa, bizlerce asıl olan hareket: “O halde biz dahi
yaptık!” deyip hemen taklîd durumunda bir coğrafya. Şeker şeker demekle
ağız tatlanmıyor ne yazık ki. Son Suriye olayları ve Gazze’de devam eden
soykırım insanlığı bir kere daha Akif’in kendinize bakın dediği yere bizi
getirmiyor mu?