08 Nisan 2025

​Kudüs'ten Gazze'ye Ebrehe'nin filleri

Ekonomik güç ve bunun büyük ordularla tahkim edilmesi ve bunun bir inançla meşrulaştırılmasının zorba bir veçheye bürünmesi zaman kadar eski bir insanlık durumudur. Bunun en katı yaşandığı zamanlardan biri modern asırlar oldu.

Kuran’da Fil suresinde yankısını bulan bir olayın özünde de böyle bir zamana dair bir mesaj ve akıbete dair manzara vardır. Ebrehe çağın dev gücü olarak yenilemeyecek olarak tanımlanan büyük bir fil ordusu ile Habeşistan’ı dünyanın önemli ticaret merkezlerinden yapmayı hayal ediyordu. Yine ekonomik gerekçeler ve askeri gücün kibrinde harekete geçen bir müptezellik insanlığa kast edecekti. Bu noktada Ebrehe kendisine rakip olarak Kâbe’yi görüyordu. İşte bu güçlü orduya istinat eden Ebrehe Kabe’yi bu gerekçe ile yıkmak için yola koyuldu. Ebrehe’nin bir derdi daha vardı; kendi yaptırdığı Yemen’in Sana şehrindeki büyük kiliseyi herkesin hürmet duyduğu bir yer yapmak ihtirası da taşıyordu. Kutsalla çıkar birbirine karıştırılarak insanlık tahrip edilmek isteniyordu.

Ebrehe’nin bu ihtirası, insanlığın vicdanı Kabe’ye hedef alarak inancı, ekonomik ve askeri gücünden aldığı güven ve büyük bir kibirle bu kutsal yeri yıkmaya yeltendi. Sonuç Fahr-i kâinat efendimizin dedesi Abdulmuttalip’in develerini isterken “Ben develerin sahibiyim. Kabe’nin elbette sahibi vardır. Onu, O korur dediğince olmuş; Kabe’yi sahibi korumuş, filleriyle gelenleri ise sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptı tarifiyle buyurulan akıbete duçar kılmıştı.

Kur’an kıssaları güncellenebilir ve sürekliliği olan doğasıyla dünü hatırlatarak uyardığı gibi geleceğe dair de bir mesaj verir.

Kudüs, insanlığın başkenti. Nizzar Kabbani’nin bugünkü manzarayı da kapsayacak şekilde durumu enfes bir uslüpla mısralarına taşıyarak “Ey Kudüs, ey hüzünler şehri Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan Kim durduracak düşmanları Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi Kim silecek kanları duvarlarından İncil’i kim kurtaracak Kim kurtaracak Kur'an’ı Kim kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden İnsanlığı kim kurtaracak” diyerek inlediği şehir Kudüs.

Bir kere daha tarihin acayip tekerrürlerinden biri yaşanarak çağın Ebreheleri bu defa Kudüs kapılarına dayandı. Ekonomik güçleri ve Ebrehe’nin fillerine benzeyen yenilmez gördükleri tankları, topları ve tüfekleri de var. Bir “mabed” hayaliyle ve onun hatırına, kan dökmeyeceksin diyen bir dine inanmasına rağmen, her şeyi kana bulamaya hazır bir güç ekonomik hesapları, petrol kokan planları ile inancına bürünmüş bir tağut bu kere Kudüs kapısına dayandı.

Müslüman ne diyecek? Kudüs’ü sahibi elbette koruyacaktır! Ebabillerin sesleri duyulurken, Ebrehe dağınık, güçsüz ve fakir gördüğü coğrafyaya, fillerinden ve ekonomik gücünden edindiği kibirle yeniden yan bakıyor. İstiyor ki beslediği teröristler masumlara saldırsın ki ona kan dökmesi için bahane doğsun. Diliyor ki bölge halkları bu besleme teröristleri Kudüs müdafi sanarak onlara sempati beslesin, temenni ediyor ki refah, huzur, ekonomi, bilim, kültür, sanat üretemeyen bölgenin kuklaları bu ortamda iyice pespayeleşsin, Hz. Ömer ruhu, Selahaddin azmi ve Yavuz ülküsü unutulsun. Hz. Ömer’in bir fetih modeli olarak ihtiramı tarihe kazıyan tecrübesi, Selahaddin’in bölünmüş olanın birleşince nelere kadir olup, bu şehri hakiki manasına tevdi etmesinin tecrübesi, Yavuz’un ilk ikisinden aldığı ilhamla İbrahim Halilullah edebiyle bu şehre hadimlik etmesinin tecrübesi hep bizim. Buna düşman ve yabancı olanları tecrübesi ise şiddettin ve kanın pazarının canlanmasından yana.

Kudüs’ü Allah koruyacak, ya Müslümanlar? Tarih tekerrür ederken, insanlığın başkentine insanlığın ruhunu taşıyacak olan Kudüs bizi mezhepçi, etnik vs bağlarımızdan kurtarıp bir üst değer etrafında iri, diri ve kardeş kılabilecek mi? Bir olabilecek miyiz? İslam ülkeleri  insaniyetin makul çevrelerini de peşine takarak Kudüs‘te insanlık büyük meclisini toplayabilecek mi? Türkiye, İran ve Mısır bu cümleden bir araya gelerek kendi devesini işgalciden isteyebilecek mi? Zaman havanda söz döğme değil meydanda sefer vaktidir.

Kudüs, her kesin ve her dinin olması için, cihan hâkimiyeti mefkûremiz içinde nizam-ı âlem ülkümüz çerçevesinde, tarihi tecrübemiz gölgesinde yeninden düşünülmelidir.

Ebrehe yeniden zuhur etti, bakalım Aksa’da neler yaşanacak!

Ve… Onu, O korur diyecek imanımız… Hz. Ömer, Selahaddin, Yavuz’un müteselsil mefkûresinin mirasçıları yol sizindir… İnsanlık davası onların manasıyla insanlığın başkentine gerçek anlamına yeniden ulaştırabilecektir. Orayı siyaseten birilerine peşkeş çekmek olsa olsa orada insanlığa ihanet olacaktır. 

***

Kâbus belki bitmedi, belki karanlıklaşarak devam edecek ama baki olan bir imanın masum umuduysa, insanlık için bir nizam ve cihana bir mefkûrenin aydınlığıyla faydalı olmak derdiyse ötesi çok da gam değil. “Fil”leriyle gelenden “deve”mizi isteriz mülkü sahibi koruyacaktır!

Kudüs’e dair yaşananlar bundan asırlar önce Haçlı saldırısı karşısında şaşalamış, gerilemiş bir dünyanın uyanışıyla birliğe ulaşması gibi ölü toprağımıza hayatın nefesini üfler gibi oldu. Selahaddin Eyyûbi’nin Musul, Halep, Şam ve Kahire merkezli sağladığı büyük birleşme, bütünleşme iradesini hatırlamamız için vesile olacak bir şimşek olması umduğumuz o ses ve ışıkla gözlerimizin önündeki perdelerin aralanmış olmasını umut ediyoruz. Bugün bahsettiğimiz yerlerin tamamıyla harabe ve yıkımla, insanlarınınsa savaş, göç ve kanla sınandığını düşünecek olursak işimizin çok da kolay olmadığını görüyoruz. Tarihin bize yük olmaması için ondaki vakayı hıfzetmekten, papağanlığını yapmaktan çok oradaki esası, dinamizmi idrak etmemiz gerektiğini anlamamız gerekiyor. Bu olaylar bir “birlik iradesi”ne yol açmadıkça tarihin önümüze sunduğu fırsatlar ıslah edilemediğinden boşa akan ırmaklar gibi önümüzden geçip gidecektir.

***

Dünyamızın ve bunun içinde Müslümanların pek çok meselesi olduğu ortadadır. Bu sorunlara temas eden pek çok yaklaşım söz konusu oldu. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’in, “Tufana yakalanmış bahtsız bir toplumu gemisine çağıran Hz. Nuh’a” benzettiği Mehmet Akif Ersoy’dur. Akif mevcut duruma tenkidi ve çilekeş bir bakışla yaklaşır.

İslam dünyasında dinin kendi mecraından çıkarak fersudeleşmesi Akif’te önemli bir eleştiri alanıdır. Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile… Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile! Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!  Nizamın ve cihan hâkimiyeti mefkûresinin kayıp edilmişliği bu cümleden Akif’te söze dökülür: “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin, Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin;” Milliyet kimlik, mensubiyet ve mesuliyettir.  

Cehalet bu cümleden Akif’in cephe aldığı önemli bir meseledir. “Öyle bir kavm ki dinlerse neva-yı ninni/Gibi dinlerdi onun zemzem-i hikmetini/Öyle bir kavm ki Aşık Ömer’i ezberler/Sonra Kuran’ı sıkılmazda yüzünden heceler/Öyle bir kavm ki Köroğlu’na peygamber der/Sonra Peygambere binlerce hata nisbet eder/Öyle bir kavm ki tahsili tanır da bidat/ Kara cahilliğe sünnet gibi eyler hürmet/Öyle bir kavm ki yaveyi ilm sanır/Öyle bir kavm ki hep meskeneti hilm tanır.” Akif bu bakımdan dinin yanlış anlaşılmasından ve suiistimallerden usanmıştır. “Kolay mı dini hurufat içinde inletmek/Niçin Kitab-ı İlahiyi payimal ettin?/Niçin şeriati murdar elinle kirlettin?” Kaderci tevekküle çalışmaya sırt dönmenin neticesine dair açık sözler söyler: “O ihtişamı elinden niçin bıraktın da/Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında/’Kadermiş!’ Öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru/Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu/Taleb nasılsa, tabii netice öyle çıkar/Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var/ ‘Çalış’dedikçe şeriat çalışmadın durdun/Onun hesabına birçok hurafe uydurdun/Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya/Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”

Miskin, tembel ve dermansızlık yanından insanın kaybı Akif’in en büyük dertlerindedir: “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş! Diyorduk : ‘Bir buçuk milyar!’ Meğer tek bir nefer yokmuş! Bu hissiz toprağın üstünde mazlûmîne yer yokmuş! Adalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş! Bütün boşlukmuş insanlık;  Ne istersen, meğer yokmuş!” Umranını yitirmiş dünyamız bu tembellik ve cehalet içinde perişandır. Akif’in şu mısraları ise bugünün Ortadoğu’sunun resmi gibidir: “Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler, Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar(bugünün Irak/Suriye/Afganistan/Yemen/Libya vb), Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar(Irak, Suriye, Arakan, Yemen’den insan manzaraları), Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler; Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler(ABD, Ruysa, Suud,BAE vs); Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar(DAEŞ); Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar(Umumi durum)! 

İslam dünyası Akif’in nazarında düşünmeyen başların ülkesidir; tefekkür göçmüştür bu âlemden, umran yıkılmıştır, gaza namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar mısraınıysa bugün izaha gerek yoktur ne yazık ki.Başsız ümmetler derken batızede idrarelerin altında ömür çürüten siyasi olarak bölünmüş bir güruha işaret ediyor. Birliğini yitirenler dirliğini de kaybediyor. Emek mahrumu günler tespiti ise düşünemeyen üretemeyen bir dünyanın fakirliğinin yani ekonomik yokluğunun da izahı gibidir. Buna bir de tefrika eklenince “Şikaak için mi eder, sâde, kalbiniz darabân? Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza? Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza? Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki yaptığınız? mısralarındaki feryad yükselir.

İnsanını yitirmiş bu coğrafya, kaderci ve tevekkülcü, düşünemeyen, emek göz ardı edildiği için ekonomik zaaflarla dolu sorunlu bir dini yorumun müntesibidir. Düşünmeyi bıraktığı için kendi irfanı ve asrın idrakinden kopmuştur. Birliğini kaybetmiş bir tefrikalar ülkesidir İslam dünyası. Zamanın gerçekleri, eğitimi ve ruhundan koptuğundan tarihin dışında kaldığı gibi, yanlış anlayışlar yüzünden kendi tarihinde kendini muhafazadan bile mahrum bir güruh. Emperyalizm karşısındaki yenilgilerini katiline âşık olarak taklitle aşmaya çalışan Ne yaparsa Avrupa, bizlerce asıl olan hareket: “O halde biz dahi yaptık!” deyip hemen taklîd durumunda bir coğrafya. Şeker şeker demekle ağız tatlanmıyor ne yazık ki. Son Suriye olayları ve Gazze’de devam eden soykırım insanlığı bir kere daha Akif’in kendinize bakın dediği yere bizi getirmiyor mu?