İstanbul Sözleşmesi değil, 'Veda Hutbesi!'
“Bir şeyin şuyuu vukuundan beterdir.” kaidesi terkedilerek İstanbul Sözleşmesi o denli konuşuldu ki…
“Dünyada
hak, suç ve suçlularla ilgili başka kaynak yok!” noktasına gelindi.
“Reklamın kötüsü olmaz”dı.
İstanbul
Sözleşmesi, içine ustaca giydirilmiş birkaç maddeyle amacına çoktan ulaşmıştı.
Aklı sıra “Özel bir izleme mekanızması” kuruyor;
“cinsel yönelim”i güvence altına alıyor;
“klişelerden arındırılmış (!)
toplumsal cinsiyet rolleri…”nin
“resmi müfredat içerisine ve eğitimin
her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atar.”ı maharetle ve pişkinlikle savunuyor.
Hızını
alamıyor…
“… mahkemeler, kolluk kuvvetleri,
….. tüm devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları…
etkin işbirliği için uygun mekanizmaların
mevcudiyetini sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.” deniyor.
İşgal
ordularının bile yapamayacağı bir operasyonla durumdan vazife çıkararak, de facto uyguluyor.
Yuvaları
dağıtıp kocaları evden öteleyen, 6 ay / 1 sene yaklaştırmayan,
Sokakları,
yapayalnız / çaresiz çocuklar ordusuna çeviren,
“Kadının beyanı esas”la suistimale kapı aralayan,
lgbt’yi
özendirip Etcep’i süsleyen,
sinsiliği
aşikar paçavrayı tartışmak abesle iştigalden öte değil!
………..
Çünkü senin
ruh haritanda, çözülmemiş sorun, şifa bulmamış hastalık yok!
14 asırdır
serlevha olan Veda Hutbesi, insanlık onurunu göklere çıkarıyor.
Nasıl oldu
da evren, çağlar / mekanlarüstü özgürlük çağrısından mahrum kaldı?
Hılfu’l fudul kalfalık, Veda Hutbesi
ustalık eseriydi.
Çile ile
yoğrulan mübarek ömrün final konuşmasıydı Veda Hutbesi!
124 bin er,
can kulağı ile kalp gözü ile çağıranın çağrısına dikkat kesilmişti:
“Hamd Allah’a mahsustur!” sen de kimsin ey jenosid artığı
Avrupa Konseyi?
“O’na hamdeder, O’ndan yardım
dileriz!” senden
değil!
“Bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir
ise,
canlarınız, mallarınız, namuslarınız
da öyle mukaddestir,
her türlü tecavüzden korunmuştur.” “elinden / dilinden emin” sadıkların
kaidesiydi.
“Sakın benden sonra eski sapıklıklara
dönmeyiniz…”
Bedenlerin
ve ruhların kaynaşması “Kitap” ile
mümkündü.
Lut
Kavmi’nin azgınlığı hız kesmemiş, Sicilya’dan İstanbul Sözleşmesi’ne…
Fethin
başkentine, Ulubatlı’nın burçlara bayrak astığı yerden girmiş; Hasan, bir kez
daha can evinden vurulmuştu.
Taş kesilen
sapkınlığın izdüşümü, yüzyıllık evanjelist niyeti “cinsel yönelim” maskesiyle kapatacağını sanmış,
istişaresiz
idareci de imzayı basmıştı.
Gaflet
/dalalet / hıyanet ehli ise, merak edip sormamıştı bile: “Bu neyin nesi?”
“Ey insanlar!
Muhakkak ki şeytan, şu toprağınızda
kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir.
Fakat siz bunun dışında ufak tefek
işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir.” feraseti bugünü işaret etmişti.
“Ey insanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve
bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.” ebed müddet çağrısı, Tek İlah’a
yönelişin adıydı.
“Siz kadınları Allah’ın emaneti
olarak aldınız.
Onların namusunu kendinize Allah’ın
emriyle helal kıldınız.” şaşmaz terazisi, huzurun habercisiydi.
Aile hukuku,
fırsat düşkünü Vatikan / Telaviv ortaklığına havale edilemezdi.
“Sizin kadınlar üzerinde hakkınız,
kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.”
pozitif /
negatif ayrımcılık değil, yetki / sorumluluk düzleminde adil bir dengeydi.
“Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız,
yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri,
hoşlanmadığınız kimseleri izniniz
olmadıkça evlerinize almamalıdır.” inanan / inanmayan her insanın gıpta edeceği şah belgeydi.
“Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz
bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve
bu işten sakındırmanıza izin vermiştir.”
Yuvanın
kurtuluş reçetesiydi.
“Kadınların da sizin üzerinizdeki
hakları, meşru örf / adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.”
Sözün
bittiği yerdi.
Hiçbir ahlak
ölçüsü, çoluk çocuk sahibini, on yıl önceki reşit olmayan(!) nikahından dolayı
sofradan kaldırıp kodese yollamazdı.
Meğer
“taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar”dı.
Muhafazakar
adalet (!), kimi kimden muhafaza ediyordu?
Aile “A” ile
başlar.
“A”
yıkılırsa, “ile”den eser kalmaz.