İslam Dünyasında Liderlik Krizi ve Cihat
Gazze, yalnızca bir coğrafi alan değil; hakikat
ile yalanın, adalet ile zulmün, iman ile çıkarcılığın karşı karşıya geldiği
sembolik bir hattır. Her bomba, sadece bir binayı değil; uluslararası düzenin ikiyüzlülüğünü,
İslam dünyasının dağınıklığını ve liderlerin suskunluğunu hedef alıyor. Bugün
Gazze’ye düşen her füze aynı zamanda İslam ümmetinin siyasi iradesine ve ahlaki
tutarlılığına yöneltilmiş bir sorgulamadır.
Dünya bu yıkıma tanıklık ederken İslam dünyasının
yöneticileri ile halkları arasındaki büyük fark bir kez daha gözler önüne
serildi. Halklar meydanlara iniyor, sokaklarda haykırıyor, dualarla,
yardımlarla, boykotlarla elinden geleni yapmaya çalışıyor. Ancak aynı ülkelerin
yönetici elitleri, çoğunlukla diplomatik bir dilin arkasına saklanıyor, ticari
anlaşmaları sürdürmekten geri durmuyor, sessiz kalmayı ya da etkisiz
açıklamalarla geçiştirmeyi tercih ediyor.
Bu durum sadece politik bir ayrışma değil, aynı
zamanda teolojik, ahlaki ve kavramsal bir kopuşa da işaret ediyor. Bir ümmetin
içinden iki farklı cephe doğuyor: bir tarafta Gazze’nin acısını kendi yüreğinde
hisseden halklar, öte tarafta Gazze’yi stratejik bir baş ağrısı olarak gören
yönetici sınıf.
Neden yöneticiler susuyor? Neden halklar daha
sahici ve doğrudan tepkiler verirken, yöneticiler bu konuda bu kadar ketum
davranıyor? Bu suskunluk, İslam siyaset felsefesi açısından ne anlama geliyor? Bu
soruların peşine düşerek sadece siyasi değil, aynı zamanda imanî, ahlaki ve
kavramsal bir çözümleme yapmayı amaçlıyoruz. Çünkü mesele yalnızca Gazze’ye
karşı sessizlik değil; bu sessizliğin hangi zihinsel altyapıdan beslendiği ve
bizi nasıl bir çöküşe sürüklediğidir.
İnançtan Doğan Duyarlılık
Bir çocuk enkazın altından çıkarıldığında, bir
annenin feryadı ekranlara düştüğünde ya da bir cami yıkıldığında İslam
coğrafyasının dört bir yanında milyonlarca insanın kalbinde sarsıcı bir tepki
belirir. Bu tepki, dış politik hesaplarla, diplomatik dengelerle ya da medya
söylemleriyle biçimlenmiş bir refleks değildir. Bu, doğrudan imanın, vicdanın
ve ümmet bilincinin içinden doğan bir duyuş biçimidir.
Çünkü Müslüman halklar, Gazze’yi bir dış mesele
olarak değil, kendi kalbinin içindeki bir yara olarak görür. Gazze’ye yapılan
saldırı, onların gözünde yalnızca bir Filistinli çocuğa değil, aynı zamanda
ümmetin onuruna, Mescid-i Aksa’nın mahremiyetine ve İslam’ın vakarına yapılmış
bir saldırıdır.
Bu duyarlılık dört temel nitelik taşır:
a. Teolojik Duyarlılık:
Müminler bilir ki ümmet tek bir beden gibidir.
Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, bedenin bir yeri ağrıdığında diğer uzuvlar
da uykusuz kalır, huzursuz olur. Gazze, bu ümmet bedeninin kanayan yeridir ve
halkların tepkisi, bu teolojik birlikteliğin canlı bir yansımasıdır.
b. Ahlaki Sezi:
İnsan fıtratı, zulme karşı kendiliğinden bir
tepki üretir. Modernleşmenin ahlakı aşındırdığı çağda bile bu refleks halkların
vicdanında yaşamaya devam etmektedir. Gazze’de çocuklar katledilirken
hissettikleri öfke bir siyasi hesaplamanın değil; insan olmanın doğal bir
sonucudur.
c. Siyasi Şuur:
Her ne kadar organize bir güç olarak değil,
dağınık tepkiler şeklinde ortaya çıksa da halklar aslında siyasal bir bilinçle
hareket etmektedir. Siyonizmin destekçilerine boykot çağrıları, meydanlarda
düzenlenen protestolar, halktan gelen diplomatik baskılar, ümmetin kolektif
siyasi hafızasının diri olduğunun göstergesidir.
d. İnançtan Beslenen Samimiyet:
Bu tepkilerin en belirgin özelliği samimiyetidir.
Çünkü bu halklar, çıkar ilişkileriyle değil, imanın yüklediği kardeşlik
borcuyla hareket eder. Onlar için Filistinli bir çocuğun gözyaşı, kendi
çocuklarının gözyaşı gibidir. Mazlumun yanında yer almak, onlar için bir ahlaki
seçenek değil, imanî bir zorunluluktur.
Çıkarın Etrafında Dolaşan Diplomasi
İslam dünyasının yönetici sınıfı ise Gazze gibi
meselelerde halktan belirgin biçimde farklı bir pozisyon alıyor. Bu fark sadece
ton meselesi değildir; zihniyet farkıdır.
Halklar “ümmetin onuru” üzerinden meseleyi ele alırken, yöneticiler çoğunlukla
“devlet çıkarları” ve “uluslararası meşruiyet” ekseninde bir hesap yapmaktadır.
Ve bu durum İslam siyaset düşüncesi açısından
köklü bir kırılmayı temsil eder. Çünkü modern İslam ülkelerindeki yöneticiler,
ümmet fikriyle değil; devletçi reflekslerle, ulus-merkezli çıkar
politikalarıyla ve küresel sistemin baskılarıyla hareket etmektedir.
Bu çıkarcı diplomasi anlayışı birkaç temel
dayanakla kendini meşrulaştırır:
a. Uluslararası Sisteme Uyum Zorunluluğu
Günümüz yönetici elitleri, Batı merkezli kurulan
uluslararası düzenin kurallarıyla çevrilmiş bir alanda siyaset yapmaktadır.
- NATO üyelikleri
- Dünya Bankası ve IMF’ye bağımlılık
- Ticaretin dolara endeksli olması
- ABD ve Avrupa’nın güvenlik politikalarına entegre olunması
Bu bağlar, yöneticilerin Gazze gibi meselelerde
özgür davranmasını fiilen imkânsız hâle getiriyor. Herkesin özgürce konuştuğu
bir anda onların sustuğu yer işte tam burasıdır: uluslararası sistemin sinir
uçları.
b. Ekonomik Bağımlılık ve Siyonist Sermaye Etkisi
İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu dış ticaret,
enerji tedariki, savunma sanayi ve yatırım alanlarında Batı’ya ve dolaylı
biçimde İsrail’le bağlantılı küresel sermaye ağlarına bağımlıdır. Bazı ülkeler
İsrail ile serbest ticaret anlaşmaları yapmıştır. Bazı ülkeler kendi
topraklarından İsrail’e doğrudan enerji sevkiyatı yapmaktadır. İsrail’in
destekçileri olan şirketlerin birçok İslam ülkesinde milyarlarca dolarlık
yatırımları vardır. Bu ekonomik zincir, sadece bir menfaat düzeni değil; aynı
zamanda sessizliğin ve teslimiyetin bir haritasıdır.
c. Lobicilik ve Güvenlik Baskısı
İsrail, sadece askeri bir güç değildir. Aynı
zamanda medya, diplomasi, akademi ve finans alanında kurduğu lobi ağıyla da
küresel anlamda büyük bir baskı mekanizması oluşturmuştur. Bu baskı, Müslüman
ülkelerde de etkilidir.
İsrail’i açıkça hedef alan bir lider, uluslararası medyada anında “radikal”,
“antisemitik” ya da “sorunlu” olarak etiketlenir. Kendi halkına karşı
otoriterleşen liderler bile Batı ile ilişkilerini zedelememek adına Gazze’deki
zulme dair açık bir tavır ortaya koymaktan çekinir.
d. Meşruiyeti Allah’tan Değil, Küresel Sistemden
Aramak
İslam siyaset anlayışına göre bir yönetici
meşruiyetini halktan değil, Allah’ın hükümlerine bağlılığından alır. Ancak
modern Müslüman yönetici sınıfının çoğu bu bağı koparmış durumdadır. Meşruiyetin
kaynağı artık ümmet değil; AB ile yapılan müzakereler, IMF ile yapılan
anlaşmalar, G20 masaları ve Birleşmiş Milletler kararlarıdır. Bu anlayışla
hareket eden bir yönetici için Gazze; bir ahlak meselesi değil, “jeopolitik
kriz”dir. Dolayısıyla liderin gündeminde Gazze için değil; istikrar için susmak
vardır.
e. Diplomatik Kaçış
Bazı yöneticiler ise İslamî terimleri kullanarak
halkı oyalamayı tercih eder: “Dua ediyoruz” derler ama fiili hiçbir adım
atmazlar. “Kardeşlerimizle kalbimiz bir” derler ama limanlar İsrail’e açıktır. “Gazze’deki
zulmü lanetliyoruz” derler ama siyonist şirketler ülkelerinde rahatça faaliyet
gösterir. Bu çelişkili tablo, siyasal ahlâk açısından bir münafıklık düzeni
doğurur: Diliyle destek verirken eliyle zulmü besleyen bir siyaset dili oluşur.
Yönetici sınıfın Gazze karşısındaki duruşu;
- İslami değil seküler,
- Ümmetçi değil milliyetçi,
- Ahlaki değil çıkarcı,
- Samimi değil stratejiktir.
Ve bu durum, İslam siyasetinin ruhuyla
bağdaşmayan bir liderlik tipolojisinin egemen olduğunu göstermektedir.
İSLAM SİYASET FELSEFESİ AÇISINDAN BU FARKIN
ANLAMI
İslam siyaset düşüncesi, Batı siyaset
felsefesinde olduğu gibi yalnızca iktidarın nasıl elde edileceğine ve
korunacağına değil, aynı zamanda iktidarın hangi ilkelere dayanacağına, neye
hizmet edeceğine ve Allah katındaki sorumluluğuna da odaklanır. Bu nedenle
İslam siyaset felsefesi, sadece bir yönetim tekniği değil; aynı zamanda imanî
bir yükümlülüktür.
Gazze karşısında halk ile yöneticiler arasındaki
bu ayrışma, aslında İslam siyaset teorisinin temel parametreleriyle olan büyük
bir kopuşu da açığa çıkarır.
a. Siyaset, Allah’ın Hükmünü Yeryüzüne Taşımaktır
İslam’da siyaset, gücün tesisi değil; adaletin
tesisi için vardır. İmam el-Maverdi’den İbn Teymiyye’ye kadar tüm klasik İslam
siyasetçilerinin ortak noktası şudur: “Hâkimiyet Allah’ındır ve yönetici bu hükmü
uygulamakla yükümlüdür.” Bir lider, halkı için değil; Allah’ın emirlerine göre
hareket ettiği sürece meşrudur. Bu nedenle Gazze’de akan kanın karşısında susan
ya da sessizliği tercih eden bir yönetim, sadece siyasi değil; teolojik anlamda
da gayrimeşrudur.
b. Yönetici, Ümmetin Vicdanı Olmak Zorundadır
İslam’da lider, halkı temsil etmez; ümmeti temsil
eder.
Halk yanlış düşünse bile yönetici doğruyu söylemek, adaleti uygulamak
zorundadır. Gazze'de yüz binlerce çocuk, kadın, sivil sistematik biçimde öldürülürken,
susan bir liderin bu sözle nasıl yüzleşebileceği meçhuldür. Yani İslam siyaset
felsefesi açısından yöneticinin susması; onay vermesi, hatta sorumluluğu
üstlenmesiyle eşdeğerdir.
c. Adalet, Meşruiyetin Temelidir
İslam siyasetinin kurucu ilkesi adalettir.
Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan,
adaletle şahitlik eden kimseler olun.” (Maide 8) Bir lider adaletli olmadığı
sürece onun kararları, kurumları ve politikaları İslami meşruiyet taşımaz.
Gazze’deki açık soykırıma sessiz kalan liderlik, bu ayete aykırı bir pozisyon
almış olur. Bu sadece bir politik tercih değil; imanî bir vebaldir.
d. Emr bi’l-Ma’rûf, Nehy ani’l-Münker Görevi
Yöneticiye Aittir
İslam’da kamu otoritesinin en temel görevlerinden
biri, iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemektir. Gazze’de yaşananlar
karşısında sessizlik bu temel görevin terkidir.
“İyilikle emredin, kötülükten sakındırın!” (Âl-i İmrân 110) Bu ayetin
siyasete yansıması şudur: Siyonist saldırganlığı durdurmak için diplomatik
baskı oluşturmak, işgalcilerle yapılan anlaşmaları askıya almak, Filistin
halkının haklarını savunmak Bunların her biri İslami yöneticiliğin asli
görevlerindendir.
e. Yönetici Allah’a Karşı Hesap Vereceğini
Bilmelidir
Modern siyaset hesap vermeyi sandığa, muhalefete
ya da medyaya indirger. Oysa İslam siyaset felsefesinde yönetici ilk ve son
olarak Allah’a hesap verir.
Yöneticinin sustuğu, görmezden geldiği her zulüm; onun amel defterine bir cürüm
olarak yazılır. Bir Müslüman yönetici Gazze karşısında tarafsız kalamaz. Çünkü İslam’ın
tanıdığı bir “tarafsızlık” hukuku yoktur; ya mazlumun yanındasın ya zalimin
ortağısın.
İman ile Makam Arasında Sıkışan Siyaset
Geldiğimiz noktada İslam dünyasında yöneticiler,
ya imanlarını terk ederek konumlarını koruyor; ya da konumlarını kaybetmemek
için vicdanlarını susturuyor. Oysa İslam siyaset felsefesi bu iki alanı asla
birbirinden ayırmaz.
İman, makamın rehberidir. Makam ise imanın hizmetkârı olmalıdır. Gazze’ye karşı
gösterilen tavır, bu dengenin bozulduğunun en çarpıcı örneğidir.
Bugünkü Liderlik Ne Kadar Meşru?
İslam’da cihat kavramı, sadece düşmana karşı
kılıç kuşanmak değildir. Cihat; zulmü durdurmak, adaleti ayakta tutmak,
mazlumun hakkını korumak için harcanan her türlü çabayı ifade eder. Kur’an’da
bu kavramın “mal ile, can ile, kalem ile ve dil ile” yapılabileceği vurgulanır.
Dolayısıyla bir yöneticinin Gazze gibi bir trajedi karşısındaki tavrı, onun
imanî duruşunun ve meşruiyet zemininin doğrudan bir göstergesidir. Bugün
Gazze’de akan kan, çocuk bedenlerine saplanan şarapneller, yerle bir olan
hastaneler ve algoritmalarla hedeflenen siviller, bir Müslüman yönetici için
sadece politik değil, şer’i bir meseledir. Bu noktada şu sorular kaçınılmaz
hâle gelir:
a. Cihat, Yalnızca Silahla mı Yapılır?
Cihat çok boyutludur. Bir liderin Filistin
davasına sahip çıkması, halkının Filistin’le dayanışmasını kolaylaştırması, siyonist
sermaye ile ticari ilişkilere sınır koyması, işgal rejimini uluslararası
platformlarda teşhir etmesi İslam’a göre cihat kapsamına girer. Yani bir
yönetici, sadece savaş ilan etmeden de cihadın bir parçası olabilir – yahut bu
yolları kullanmayarak cihatsızlık hâline düşebilir.
b. Cihat, Yönetim Ahlâkını Nasıl Tanımlar?
Cihat, İslami liderliğin ruhudur. Hz. Ebubekir’in
halife olduğunda söylediği şu cümle, bu ahlâkın özetidir: “Güçlü
olanlarınızdan, mazlumun hakkını alıncaya kadar zayıfım. Zayıf olanlarınızdan
da hakkı sahibine verinceye kadar güçlüyüm.” Bugünün liderlikleri ise güçlü
olana daha çok yanaşmakta, zayıfın ise sesini kısmaktadır.
Oysa İslam siyasetinde adaletsizliğe sessiz kalan bir yönetici, cihat görevini
terk etmiş bir otoriteye dönüşür.
c. Gazze Sınavında Yönetici Sınıf Nerede Duruyor?
Bugün birçok İslam ülkesi yöneticisi, Gazze’deki
soykırıma karşı sadece düşük yoğunluklu açıklamalarla yetinmekte, fiili hiçbir
caydırıcı adım atmamaktadır. Şu sorular meşrudur: İsrail’le diplomatik
ilişkiler neden kesilmiyor? Siyonist ürünler neden hâlâ raflarda? Ticari
anlaşmalar neden devam ediyor? Gazze için neden etkili bir uluslararası blok
oluşturulmuyor? Bu sorulara cevap veremeyen bir yönetim, şer’i anlamda direnişi
terk etmiş demektir.
d. Cihat, Meşruiyet Üretir – İhmal Edilmesi
Meşruiyeti Tüketir
İslam’da yöneticilik, sorumluluğa dayalı bir
emanettir. Bu emanetin temel taşı da cihadın gereklerini yerine getirmektir. Bir
yönetici, Gazze gibi bir soykırımı sadece izliyorsa;
bu sessizlik onun meşruiyetini kemirir, halkla bağını koparır, ilahi rıza ile
arasına mesafe koyar. Yani cihatsız bir liderlik; şeklen İslami olabilir ama
ruhen İslamî olmaktan çıkmıştır.
e. Cihatsız Yönetim, Sadece Güçsüz Değil, Aynı
Zamanda Gayrimeşrudur
Bir liderin Gazze konusunda güçlü olmaması mazur
görülebilir. Ancak hiçbir şey yapmaması, sorumluluğu başkalarına yıkması ya da
“tarafsızlık” perdesine sığınması, İslami meşruiyet açısından düşülen en derin
uçurumdur. Kur’an, zalimlere meyletmeyi bile eleştirirken; “Sakın zulmedenlere
meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 113)
bugün birçok lider doğrudan iş birliği yaparak bu sınırın çok ötesine
geçmiştir.
Bugün İslam dünyasındaki liderliğin Gazze
karşısındaki tutumu, onların sadece siyasal değil; imanî, ahlaki ve kavramsal
anlamda ne kadar İslamî kaldıklarını da sorgulayan bir mihenk taşıdır. Ve bu
mihenk taşı şunu göstermektedir: Birçok yönetim cihat görevini terk etmiş,
koltuklarını muhafaza etmek adına ümmetin onurunu takas etmiştir.
Bir
Liderlik İmtihanı Olarak Gazze
Gazze,
İslam dünyasının sadece vicdanını değil, aynı zamanda liderlik iddiasını da
ateşle sınayan bir hakikat coğrafyasıdır. Bu coğrafyada yaşananlar, bir halkın
yok edilmesinden ibaret değildir; aynı zamanda İslam ümmetinin siyasi, ahlaki
ve imanî pusulasının ne derece şaştığını da gözler önüne sermektedir. Her
patlayan bomba, yalnızca bedenleri değil; yöneticilerin suskunluklarını,
halkların çığlıklarını ve ümmetin parçalanmışlığını da ortaya çıkarmaktadır.
Bu
makale boyunca ortaya konulan tespitler, İslam siyaset felsefesi ile mevcut
liderlik anlayışı arasındaki derin uçurumu net biçimde ortaya koymaktadır.
Gazze’de akan kan, yönetici elitlerin neye inandığını, kimden korktuğunu ve
kime sadakat gösterdiğini açığa çıkarmaktadır. Bu sınavda halklar, imanla;
yöneticiler ise çıkarla konuşmaktadır. Halklar, ümmetin vicdanı olmayı
sürdürürken; yöneticiler, küresel sistemin rızasını önceleyen bir çizgide
kalmayı tercih etmektedir.
Oysa
İslam’ın siyasal perspektifi, liderliği yalnızca yönetmek değil, hakikatin ve
adaletin taşıyıcısı olmakla tanımlar. Bugünün liderlikleri ise bu yükü
taşımaktan çok, ondan kaçınmayı seçmektedir. Ve bu kaçış, sadece siyasi bir
zaaf değil; imanî bir terk ediştir. Artık şu soru, her bir İslam toplumunun
zihnine kazınmalıdır: Gazze’de yaşananlar karşısında susan bir yönetim, hangi
Kur’an ayetiyle, hangi peygamber sünnetiyle, hangi ümmet ahlakıyla meşruiyet
iddiasında bulunabilir?
Cihatsızlık,
bu çağın en büyük zilletidir. Bu zilletin bedelini yalnızca mazlumlar değil,
sessiz kalanlar da ödeyecektir. Çünkü Allah, adalet için ayağa kalkanları
sever; zalime göz yumanları değil. Bugün İslam dünyasının önünde iki yol
vardır: Ya cihat ruhunu yeniden kuşanarak adaleti ayakta tutan bir ümmet
oluruz, ya da tarih önünde suskunlukla mahkûm edilmiş yöneticilerle birlikte
çöküşümüzü izleriz. Gazze bu tercihin adıdır. Ve bu tercih, artık ertelenemez.