20 Nisan 2025

​İslam Dünyasında Liderlik Krizi ve Cihat

Gazze, yalnızca bir coğrafi alan değil; hakikat ile yalanın, adalet ile zulmün, iman ile çıkarcılığın karşı karşıya geldiği sembolik bir hattır. Her bomba, sadece bir binayı değil; uluslararası düzenin ikiyüzlülüğünü, İslam dünyasının dağınıklığını ve liderlerin suskunluğunu hedef alıyor. Bugün Gazze’ye düşen her füze aynı zamanda İslam ümmetinin siyasi iradesine ve ahlaki tutarlılığına yöneltilmiş bir sorgulamadır.

Dünya bu yıkıma tanıklık ederken İslam dünyasının yöneticileri ile halkları arasındaki büyük fark bir kez daha gözler önüne serildi. Halklar meydanlara iniyor, sokaklarda haykırıyor, dualarla, yardımlarla, boykotlarla elinden geleni yapmaya çalışıyor. Ancak aynı ülkelerin yönetici elitleri, çoğunlukla diplomatik bir dilin arkasına saklanıyor, ticari anlaşmaları sürdürmekten geri durmuyor, sessiz kalmayı ya da etkisiz açıklamalarla geçiştirmeyi tercih ediyor.

Bu durum sadece politik bir ayrışma değil, aynı zamanda teolojik, ahlaki ve kavramsal bir kopuşa da işaret ediyor. Bir ümmetin içinden iki farklı cephe doğuyor: bir tarafta Gazze’nin acısını kendi yüreğinde hisseden halklar, öte tarafta Gazze’yi stratejik bir baş ağrısı olarak gören yönetici sınıf.

Neden yöneticiler susuyor? Neden halklar daha sahici ve doğrudan tepkiler verirken, yöneticiler bu konuda bu kadar ketum davranıyor? Bu suskunluk, İslam siyaset felsefesi açısından ne anlama geliyor? Bu soruların peşine düşerek sadece siyasi değil, aynı zamanda imanî, ahlaki ve kavramsal bir çözümleme yapmayı amaçlıyoruz. Çünkü mesele yalnızca Gazze’ye karşı sessizlik değil; bu sessizliğin hangi zihinsel altyapıdan beslendiği ve bizi nasıl bir çöküşe sürüklediğidir.

İnançtan Doğan Duyarlılık

Bir çocuk enkazın altından çıkarıldığında, bir annenin feryadı ekranlara düştüğünde ya da bir cami yıkıldığında İslam coğrafyasının dört bir yanında milyonlarca insanın kalbinde sarsıcı bir tepki belirir. Bu tepki, dış politik hesaplarla, diplomatik dengelerle ya da medya söylemleriyle biçimlenmiş bir refleks değildir. Bu, doğrudan imanın, vicdanın ve ümmet bilincinin içinden doğan bir duyuş biçimidir.

Çünkü Müslüman halklar, Gazze’yi bir dış mesele olarak değil, kendi kalbinin içindeki bir yara olarak görür. Gazze’ye yapılan saldırı, onların gözünde yalnızca bir Filistinli çocuğa değil, aynı zamanda ümmetin onuruna, Mescid-i Aksa’nın mahremiyetine ve İslam’ın vakarına yapılmış bir saldırıdır.

Bu duyarlılık dört temel nitelik taşır:

a. Teolojik Duyarlılık:

Müminler bilir ki ümmet tek bir beden gibidir. Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, bedenin bir yeri ağrıdığında diğer uzuvlar da uykusuz kalır, huzursuz olur. Gazze, bu ümmet bedeninin kanayan yeridir ve halkların tepkisi, bu teolojik birlikteliğin canlı bir yansımasıdır.

b. Ahlaki Sezi:

İnsan fıtratı, zulme karşı kendiliğinden bir tepki üretir. Modernleşmenin ahlakı aşındırdığı çağda bile bu refleks halkların vicdanında yaşamaya devam etmektedir. Gazze’de çocuklar katledilirken hissettikleri öfke bir siyasi hesaplamanın değil; insan olmanın doğal bir sonucudur.

c. Siyasi Şuur:

Her ne kadar organize bir güç olarak değil, dağınık tepkiler şeklinde ortaya çıksa da halklar aslında siyasal bir bilinçle hareket etmektedir. Siyonizmin destekçilerine boykot çağrıları, meydanlarda düzenlenen protestolar, halktan gelen diplomatik baskılar, ümmetin kolektif siyasi hafızasının diri olduğunun göstergesidir.

d. İnançtan Beslenen Samimiyet:

Bu tepkilerin en belirgin özelliği samimiyetidir. Çünkü bu halklar, çıkar ilişkileriyle değil, imanın yüklediği kardeşlik borcuyla hareket eder. Onlar için Filistinli bir çocuğun gözyaşı, kendi çocuklarının gözyaşı gibidir. Mazlumun yanında yer almak, onlar için bir ahlaki seçenek değil, imanî bir zorunluluktur.

Çıkarın Etrafında Dolaşan Diplomasi

İslam dünyasının yönetici sınıfı ise Gazze gibi meselelerde halktan belirgin biçimde farklı bir pozisyon alıyor. Bu fark sadece ton meselesi değildir; zihniyet farkıdır.
Halklar “ümmetin onuru” üzerinden meseleyi ele alırken, yöneticiler çoğunlukla “devlet çıkarları” ve “uluslararası meşruiyet” ekseninde bir hesap yapmaktadır.

Ve bu durum İslam siyaset düşüncesi açısından köklü bir kırılmayı temsil eder. Çünkü modern İslam ülkelerindeki yöneticiler, ümmet fikriyle değil; devletçi reflekslerle, ulus-merkezli çıkar politikalarıyla ve küresel sistemin baskılarıyla hareket etmektedir.

Bu çıkarcı diplomasi anlayışı birkaç temel dayanakla kendini meşrulaştırır:

a. Uluslararası Sisteme Uyum Zorunluluğu

Günümüz yönetici elitleri, Batı merkezli kurulan uluslararası düzenin kurallarıyla çevrilmiş bir alanda siyaset yapmaktadır.

  • NATO üyelikleri
  • Dünya Bankası ve IMF’ye bağımlılık
  • Ticaretin dolara endeksli olması
  • ABD ve Avrupa’nın güvenlik politikalarına entegre olunması

Bu bağlar, yöneticilerin Gazze gibi meselelerde özgür davranmasını fiilen imkânsız hâle getiriyor. Herkesin özgürce konuştuğu bir anda onların sustuğu yer işte tam burasıdır: uluslararası sistemin sinir uçları.

b. Ekonomik Bağımlılık ve Siyonist Sermaye Etkisi

İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu dış ticaret, enerji tedariki, savunma sanayi ve yatırım alanlarında Batı’ya ve dolaylı biçimde İsrail’le bağlantılı küresel sermaye ağlarına bağımlıdır. Bazı ülkeler İsrail ile serbest ticaret anlaşmaları yapmıştır. Bazı ülkeler kendi topraklarından İsrail’e doğrudan enerji sevkiyatı yapmaktadır. İsrail’in destekçileri olan şirketlerin birçok İslam ülkesinde milyarlarca dolarlık yatırımları vardır. Bu ekonomik zincir, sadece bir menfaat düzeni değil; aynı zamanda sessizliğin ve teslimiyetin bir haritasıdır.

c. Lobicilik ve Güvenlik Baskısı

İsrail, sadece askeri bir güç değildir. Aynı zamanda medya, diplomasi, akademi ve finans alanında kurduğu lobi ağıyla da küresel anlamda büyük bir baskı mekanizması oluşturmuştur. Bu baskı, Müslüman ülkelerde de etkilidir.
İsrail’i açıkça hedef alan bir lider, uluslararası medyada anında “radikal”, “antisemitik” ya da “sorunlu” olarak etiketlenir. Kendi halkına karşı otoriterleşen liderler bile Batı ile ilişkilerini zedelememek adına Gazze’deki zulme dair açık bir tavır ortaya koymaktan çekinir.

d. Meşruiyeti Allah’tan Değil, Küresel Sistemden Aramak

İslam siyaset anlayışına göre bir yönetici meşruiyetini halktan değil, Allah’ın hükümlerine bağlılığından alır. Ancak modern Müslüman yönetici sınıfının çoğu bu bağı koparmış durumdadır. Meşruiyetin kaynağı artık ümmet değil; AB ile yapılan müzakereler, IMF ile yapılan anlaşmalar, G20 masaları ve Birleşmiş Milletler kararlarıdır. Bu anlayışla hareket eden bir yönetici için Gazze; bir ahlak meselesi değil, “jeopolitik kriz”dir. Dolayısıyla liderin gündeminde Gazze için değil; istikrar için susmak vardır.

e. Diplomatik Kaçış

Bazı yöneticiler ise İslamî terimleri kullanarak halkı oyalamayı tercih eder: “Dua ediyoruz” derler ama fiili hiçbir adım atmazlar. “Kardeşlerimizle kalbimiz bir” derler ama limanlar İsrail’e açıktır. “Gazze’deki zulmü lanetliyoruz” derler ama siyonist şirketler ülkelerinde rahatça faaliyet gösterir. Bu çelişkili tablo, siyasal ahlâk açısından bir münafıklık düzeni doğurur: Diliyle destek verirken eliyle zulmü besleyen bir siyaset dili oluşur.

Yönetici sınıfın Gazze karşısındaki duruşu;

  • İslami değil seküler,
  • Ümmetçi değil milliyetçi,
  • Ahlaki değil çıkarcı,
  • Samimi değil stratejiktir.

Ve bu durum, İslam siyasetinin ruhuyla bağdaşmayan bir liderlik tipolojisinin egemen olduğunu göstermektedir.

İSLAM SİYASET FELSEFESİ AÇISINDAN BU FARKIN ANLAMI

İslam siyaset düşüncesi, Batı siyaset felsefesinde olduğu gibi yalnızca iktidarın nasıl elde edileceğine ve korunacağına değil, aynı zamanda iktidarın hangi ilkelere dayanacağına, neye hizmet edeceğine ve Allah katındaki sorumluluğuna da odaklanır. Bu nedenle İslam siyaset felsefesi, sadece bir yönetim tekniği değil; aynı zamanda imanî bir yükümlülüktür.

Gazze karşısında halk ile yöneticiler arasındaki bu ayrışma, aslında İslam siyaset teorisinin temel parametreleriyle olan büyük bir kopuşu da açığa çıkarır.

a. Siyaset, Allah’ın Hükmünü Yeryüzüne Taşımaktır

İslam’da siyaset, gücün tesisi değil; adaletin tesisi için vardır. İmam el-Maverdi’den İbn Teymiyye’ye kadar tüm klasik İslam siyasetçilerinin ortak noktası şudur: “Hâkimiyet Allah’ındır ve yönetici bu hükmü uygulamakla yükümlüdür.” Bir lider, halkı için değil; Allah’ın emirlerine göre hareket ettiği sürece meşrudur. Bu nedenle Gazze’de akan kanın karşısında susan ya da sessizliği tercih eden bir yönetim, sadece siyasi değil; teolojik anlamda da gayrimeşrudur.

b. Yönetici, Ümmetin Vicdanı Olmak Zorundadır

İslam’da lider, halkı temsil etmez; ümmeti temsil eder.
Halk yanlış düşünse bile yönetici doğruyu söylemek, adaleti uygulamak zorundadır. Gazze'de yüz binlerce çocuk, kadın, sivil sistematik biçimde öldürülürken, susan bir liderin bu sözle nasıl yüzleşebileceği meçhuldür. Yani İslam siyaset felsefesi açısından yöneticinin susması; onay vermesi, hatta sorumluluğu üstlenmesiyle eşdeğerdir.

c. Adalet, Meşruiyetin Temelidir

İslam siyasetinin kurucu ilkesi adalettir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.” (Maide 8) Bir lider adaletli olmadığı sürece onun kararları, kurumları ve politikaları İslami meşruiyet taşımaz. Gazze’deki açık soykırıma sessiz kalan liderlik, bu ayete aykırı bir pozisyon almış olur. Bu sadece bir politik tercih değil; imanî bir vebaldir.

d. Emr bi’l-Ma’rûf, Nehy ani’l-Münker Görevi Yöneticiye Aittir

İslam’da kamu otoritesinin en temel görevlerinden biri, iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemektir. Gazze’de yaşananlar karşısında sessizlik bu temel görevin terkidir.  “İyilikle emredin, kötülükten sakındırın!” (Âl-i İmrân 110) Bu ayetin siyasete yansıması şudur: Siyonist saldırganlığı durdurmak için diplomatik baskı oluşturmak, işgalcilerle yapılan anlaşmaları askıya almak, Filistin halkının haklarını savunmak Bunların her biri İslami yöneticiliğin asli görevlerindendir.

e. Yönetici Allah’a Karşı Hesap Vereceğini Bilmelidir

Modern siyaset hesap vermeyi sandığa, muhalefete ya da medyaya indirger. Oysa İslam siyaset felsefesinde yönetici ilk ve son olarak Allah’a hesap verir.
Yöneticinin sustuğu, görmezden geldiği her zulüm; onun amel defterine bir cürüm olarak yazılır. Bir Müslüman yönetici Gazze karşısında tarafsız kalamaz. Çünkü İslam’ın tanıdığı bir “tarafsızlık” hukuku yoktur; ya mazlumun yanındasın ya zalimin ortağısın.

İman ile Makam Arasında Sıkışan Siyaset

Geldiğimiz noktada İslam dünyasında yöneticiler, ya imanlarını terk ederek konumlarını koruyor; ya da konumlarını kaybetmemek için vicdanlarını susturuyor. Oysa İslam siyaset felsefesi bu iki alanı asla birbirinden ayırmaz.
İman, makamın rehberidir. Makam ise imanın hizmetkârı olmalıdır. Gazze’ye karşı gösterilen tavır, bu dengenin bozulduğunun en çarpıcı örneğidir.

Bugünkü Liderlik Ne Kadar Meşru?

İslam’da cihat kavramı, sadece düşmana karşı kılıç kuşanmak değildir. Cihat; zulmü durdurmak, adaleti ayakta tutmak, mazlumun hakkını korumak için harcanan her türlü çabayı ifade eder. Kur’an’da bu kavramın “mal ile, can ile, kalem ile ve dil ile” yapılabileceği vurgulanır. Dolayısıyla bir yöneticinin Gazze gibi bir trajedi karşısındaki tavrı, onun imanî duruşunun ve meşruiyet zemininin doğrudan bir göstergesidir. Bugün Gazze’de akan kan, çocuk bedenlerine saplanan şarapneller, yerle bir olan hastaneler ve algoritmalarla hedeflenen siviller, bir Müslüman yönetici için sadece politik değil, şer’i bir meseledir. Bu noktada şu sorular kaçınılmaz hâle gelir:

a. Cihat, Yalnızca Silahla mı Yapılır?

Cihat çok boyutludur. Bir liderin Filistin davasına sahip çıkması, halkının Filistin’le dayanışmasını kolaylaştırması, siyonist sermaye ile ticari ilişkilere sınır koyması, işgal rejimini uluslararası platformlarda teşhir etmesi İslam’a göre cihat kapsamına girer. Yani bir yönetici, sadece savaş ilan etmeden de cihadın bir parçası olabilir – yahut bu yolları kullanmayarak cihatsızlık hâline düşebilir.

b. Cihat, Yönetim Ahlâkını Nasıl Tanımlar?

Cihat, İslami liderliğin ruhudur. Hz. Ebubekir’in halife olduğunda söylediği şu cümle, bu ahlâkın özetidir: “Güçlü olanlarınızdan, mazlumun hakkını alıncaya kadar zayıfım. Zayıf olanlarınızdan da hakkı sahibine verinceye kadar güçlüyüm.” Bugünün liderlikleri ise güçlü olana daha çok yanaşmakta, zayıfın ise sesini kısmaktadır.
Oysa İslam siyasetinde adaletsizliğe sessiz kalan bir yönetici, cihat görevini terk etmiş bir otoriteye dönüşür.

c. Gazze Sınavında Yönetici Sınıf Nerede Duruyor?

Bugün birçok İslam ülkesi yöneticisi, Gazze’deki soykırıma karşı sadece düşük yoğunluklu açıklamalarla yetinmekte, fiili hiçbir caydırıcı adım atmamaktadır. Şu sorular meşrudur: İsrail’le diplomatik ilişkiler neden kesilmiyor? Siyonist ürünler neden hâlâ raflarda? Ticari anlaşmalar neden devam ediyor? Gazze için neden etkili bir uluslararası blok oluşturulmuyor? Bu sorulara cevap veremeyen bir yönetim, şer’i anlamda direnişi terk etmiş demektir.

d. Cihat, Meşruiyet Üretir – İhmal Edilmesi Meşruiyeti Tüketir

İslam’da yöneticilik, sorumluluğa dayalı bir emanettir. Bu emanetin temel taşı da cihadın gereklerini yerine getirmektir. Bir yönetici, Gazze gibi bir soykırımı sadece izliyorsa;
bu sessizlik onun meşruiyetini kemirir, halkla bağını koparır, ilahi rıza ile arasına mesafe koyar. Yani cihatsız bir liderlik; şeklen İslami olabilir ama ruhen İslamî olmaktan çıkmıştır.

e. Cihatsız Yönetim, Sadece Güçsüz Değil, Aynı Zamanda Gayrimeşrudur

Bir liderin Gazze konusunda güçlü olmaması mazur görülebilir. Ancak hiçbir şey yapmaması, sorumluluğu başkalarına yıkması ya da “tarafsızlık” perdesine sığınması, İslami meşruiyet açısından düşülen en derin uçurumdur. Kur’an, zalimlere meyletmeyi bile eleştirirken; “Sakın zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 113)
bugün birçok lider doğrudan iş birliği yaparak bu sınırın çok ötesine geçmiştir.

Bugün İslam dünyasındaki liderliğin Gazze karşısındaki tutumu, onların sadece siyasal değil; imanî, ahlaki ve kavramsal anlamda ne kadar İslamî kaldıklarını da sorgulayan bir mihenk taşıdır. Ve bu mihenk taşı şunu göstermektedir: Birçok yönetim cihat görevini terk etmiş, koltuklarını muhafaza etmek adına ümmetin onurunu takas etmiştir.

Bir Liderlik İmtihanı Olarak Gazze

Gazze, İslam dünyasının sadece vicdanını değil, aynı zamanda liderlik iddiasını da ateşle sınayan bir hakikat coğrafyasıdır. Bu coğrafyada yaşananlar, bir halkın yok edilmesinden ibaret değildir; aynı zamanda İslam ümmetinin siyasi, ahlaki ve imanî pusulasının ne derece şaştığını da gözler önüne sermektedir. Her patlayan bomba, yalnızca bedenleri değil; yöneticilerin suskunluklarını, halkların çığlıklarını ve ümmetin parçalanmışlığını da ortaya çıkarmaktadır.

 

Bu makale boyunca ortaya konulan tespitler, İslam siyaset felsefesi ile mevcut liderlik anlayışı arasındaki derin uçurumu net biçimde ortaya koymaktadır. Gazze’de akan kan, yönetici elitlerin neye inandığını, kimden korktuğunu ve kime sadakat gösterdiğini açığa çıkarmaktadır. Bu sınavda halklar, imanla; yöneticiler ise çıkarla konuşmaktadır. Halklar, ümmetin vicdanı olmayı sürdürürken; yöneticiler, küresel sistemin rızasını önceleyen bir çizgide kalmayı tercih etmektedir.

Oysa İslam’ın siyasal perspektifi, liderliği yalnızca yönetmek değil, hakikatin ve adaletin taşıyıcısı olmakla tanımlar. Bugünün liderlikleri ise bu yükü taşımaktan çok, ondan kaçınmayı seçmektedir. Ve bu kaçış, sadece siyasi bir zaaf değil; imanî bir terk ediştir. Artık şu soru, her bir İslam toplumunun zihnine kazınmalıdır: Gazze’de yaşananlar karşısında susan bir yönetim, hangi Kur’an ayetiyle, hangi peygamber sünnetiyle, hangi ümmet ahlakıyla meşruiyet iddiasında bulunabilir?

Cihatsızlık, bu çağın en büyük zilletidir. Bu zilletin bedelini yalnızca mazlumlar değil, sessiz kalanlar da ödeyecektir. Çünkü Allah, adalet için ayağa kalkanları sever; zalime göz yumanları değil. Bugün İslam dünyasının önünde iki yol vardır: Ya cihat ruhunu yeniden kuşanarak adaleti ayakta tutan bir ümmet oluruz, ya da tarih önünde suskunlukla mahkûm edilmiş yöneticilerle birlikte çöküşümüzü izleriz. Gazze bu tercihin adıdır. Ve bu tercih, artık ertelenemez.