Henrik Ibsen imgesinde 'Biz' yahut 'Traji Komik' miyiz?
Hayat bizi trajedi –komedi ve komedi-trajedi sarkacında dokuyan bir tezgah gibidir. İnsan hayatının en komik düşülen anında bir trajedi yaşarken en trajik bir anda bir komedi uçurumunun kenarında olduğunu hissedebilir. Merhamet ve haysiyetin peşinde yürürken hırs ve kibre sizi maruz bırakan bir hayat anında bu iki çelişki gergefinde bir kez daha dokunmaz mı insanın ruhu? İşte hayatın özünde yer alana bu yapı sanatın da dikkatinden kaçmayacaktır. En trajik şiirleri biraz esnetirseniz komik bir ses, en komik öykünün bir yerinde sızlayan bir trajedi kendisini gösterebilir. Bu yolda tiyatro şüphesiz hayatı bize bizi hayata gösteren bir alan olarak kendi içerisinde bu konu ve tema üzerinden bizim hayat öykümüze dokunur. Komik ve trajik olanın bu birlikteliğini anlamak belki de hayat olağanlığı içerisinde kendilik bilincimizi darlayan, yoran zaman zaman zehirleyen insan hallerini anlamak ve mukavemet etmek bakımından bize kendimizi düşündürmek bakımdan yardımcı olabilir. Eşekten düşen babaannem kendine ve diğer düşenlere hep gülerdi, onlar ona asık suratlarla bakarken. Babaannemden bana ulaşan bu çocukluk hatırası aslında hayatın komik-trajik halinin en doğal hallerinden biri gibiydi. İnsan bazen trajedisini bazense komedisini kutsayarak kendine hayatta bir yol aramaz mı? Yani biz izlediğimiz bir tiyatro oyununda o an algımızı hangi taraf daha çok okşuyorsa onun peşine gideriz. Bazen bir ölüm bazense mutlu bir son bizim o oyundaki yer alışımız olur. Modern dramaların çatışmalar üzerinden kurduğu metinde şüphesiz trajik ve komik olan bu yolda bir diğerinin ayrılmaz parçası olarak görülüyor. Tıpkı hayat gibi. Komik unsurlar aslında trajik olana bir imge ya da tam tersi trajik olan kimi zaman komik olana bir maske olabilir. Hayatta isteklerimize ulaşırken yaşananlar komik ve trajik görüngüleri arkasında birbirini içeren durumları hele de bize bakan dış gözler tarafından içerebilir. Ya bunda komik olan ne var, bunda üzülecek ne var ki buna da üzülünmez ki kardeşim dendiğini hep duymuşsunuzdur. Mutlu etmeye çalıştığı kadının iki sene boyunca asık yüzünü seven adam onun ihanetle çekilip gitmesi durumunda komik mi yoksa trajik bir halde midir? Kadın için komik ve zavallı durumda olduğu ve bir hırsın ve kibrin nesnesi olduğu açıktır lakin hayat içerisinde bunu izleyenlerce algı ve imge farklı farklı olacaktır. Bu adamın kahkahalar atarak sokaklarda dolaşması dışarıdan mutluluk içeriden ise trajedidir. Hatta delirme halini gösterir. Hayat bu yönüyle bir delirme hali değil midir?
Modern tiyatroda Henrik Ibsen, bu konuda komik-trajik birlikteliği üzerinden aslında hayata eleştiri ve anlamı çözme maksadıyla bakar. Bir Halk Düşmanı’nda (1883) ise hoş bir gülmece egemendir. Yaban Ördeği ve Hedda Gabler yapıtlarında trajik ile komik özgün bir birliktelik oluşturur. Aslında hayata böyle bakmak gerçeği göstermek bakımından sağ duyu ve doğallığa en yakın olanı yakalamak değil midir? Burada yapılan belki biraz manipüle belki bir miktar abartı ile bize kendimizi düşündürmektir. Karagöz Hacivat perdesinde hayal de bize buradan konuşmadı mı asırlarca? Kişinin özellikleri ve dönemin halleri dekoru değiştirse de işin esasında olan şey zaman üstü gerçeğimizdir. Ibsen nasıl hayat öyküsüyle oyunlarına yansıyan gayrı meşru çocuklar ve ondan kurtulma gayreti gibi görünen çocuklar trajik ve komedi bağlamında yansıyorsa dönem de bilimsel olana meyil ve otobiyografya parçalarının eserlerinde görülmesi gibi unsurlar olarak yapıtlara yansımıştır. 19. Yüzyılın Ibsen’eyansımaları tıpkı hayatının ve Rönesans döneminin eserlerine yansıyan Shakespeare’ye etkisi gibidir. Aslında tarihi bir çerçeveden bakarsak hiçbir oyun zaman mekân bağımsızı değildir; zamansızlık ve mekânsızlık kurmacası bile bir zaman ve mekân kurar ve trajik ile komik işte tam bunun ortasında hayattan bize akseder; tıpkı bizim hayata aksedişlerimiz gibi. Ibsenoyunlarındaki karakterleri de buradan kurmuştur: “Tanrı’nın yaşlı ve parmaklarının arasından bakan biri olarak değil; aksine, genç ve kahraman bir kurtarıcı olarak çizilmesini savunan Brand (Brand); babasının yok ettiği yaşamı yeniden kurmak isteyen, ancak bunun için tek sermayesi palavraları ve hayalleri olan Peer Gynt (Peer Gynt); babası ve kocası tarafından bir birey olarak görülmeyen ve bundan kurtulmak için her şeyi gerisinde bırakıp evini terk eden Nora (Bir Bebek Evi – 1879); çağının tüm ahlakî ikiyüzlülüğünü sergileyen Hortlaklaroyunundaki karakterler; doğru olanı yapmak için amansız bir mücadeleye girişen Dr. Stockmann (Bir Halk Düşmanı – 1882); “doğruluk hastalığı”na yakalanan Gregers (Yaban Ördeği); toplumun tutucu ahlak düzeni içinde erkeğe de kadına da yer olmadığını gösteren Rebecca West (Rosmersholm); mutlu bir evliliğin nasıl olacağını gösteren Ellida ve Dr. Wangel (Denizden Gelen Kadın); “doğuştan kötü” olan ve seyirci ile okuyucuyu kendisine karşı harekete geçmeye zorlayan Hedda Gabler (Hedda Gabler); başarısı karısının harcanmış mutluluğu üzerine kurulu olan Solness (Yapı Ustası Solness); yüksek dağlara çıkarmaya layık olduğunu düşündüğü insanla zirveye tırmanırken çığın altında kalıp ölen Rubek (Biz Ölüler Uyanınca – 1889) bu karakterlerdendi. Ibsen’in oyun kişileri, çağının çürümüşlüğünü parmakla gösteren ya da bu çürümüşlüğü üzerlerinde bir kıyafet gibi taşıyarak herkesin gözüne sokan kişilerdir. (İbrahim Alp Okur, Henrık Ibsen’in “Bir Halk Düşmanı” Olarak Portresi, https://www.academia.edu/41223987/Henrik_Ibsenin_Bir_Halk_D%C3%BC%C5%9Fman%C4%B1_Olarak_Portresis. 8)” İşte burada hayatın içinde kendimiz ve dönemimiz trajik ve komik olan ile birleşerek bize kendimizi gösterecektir. Hayat tek ritimle akmadığı gibi iniş ve çıkışlar bize kendi yolumuzda karşılaştıklarımızı düşündürür. Ibsen döneminden yansıttıklarıyla aynı modernleşme sürecinde millî tiyatromuza girmiş; “Hayatın “tüm alanlarında yeni bir “uygarlık modeli”ni hedef alarak başlatılan yeniden yapılanma döneminde, deyim yerindeyse, “tiyatro şubesi”nin başında” bulunan ve Darülbedayinin kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul; Ibsen, Strindberg, Schiller, Shakespeare gibi yazarların oyunlarını seyirciyle buluşturmayı ve “Darülbedayi geleneğini böylesi bir ““yüksek sanat” çizgisine oturtmayı” uygun görmüştür.(Fatma Şen Akdemir, Çetin Altan’ın Yedinci Köpek ile Henrik Ibsen’in Bir Halk Düşmanı adlı piyeslerinin karşılaştırılması”, RumeliDEDil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (30), 609-618. s. 610)” Ibsen sonraki dönemlerde de Devlet Tiyatrolarında her daim gösterimde kalmaya devam etmiştir. Ibsen’in Bir Halk Düşmanı oyunundaki Stockmann’ın toplum iyiliği için çalışırken başına gelenler trajik midir komik midir yoksa Dogvile filmi ve oyununda sergilendiği gibi insanın yapısındaki o utanmaz çıkarcı halin tezahürü müdür? Oyunda, Dr. Stockmann: Bütün bu kaplıca tesisleri, üstüne cila çekilip parlatılmış zehirli bir mezar, diyorum size, sağlığa karşı en büyük bir tehlike! Yukarıdaki değirmenlikteki bütün pislik, hani kokusu ortalıkta duyulan pislik var ya, işte o- olduğu gibi kaynak havuzunu besleyen borulara sızıyor ve aynı rezil zehirli kirin tortusu da aşağıdaki kumsala çöküyor.” dediği andan itibaren hayatın bilindik o trajik komedisinin düğmesine basılmış oluyordu. Tek düşüncesi fayda olan insanların evrensel ve makus kaderi Ibsen tarafından önümüze konmaktadır. Oyunda bu akıbet “Halkın tam bir düşmanı böyle konuşabilir ancak!” sözleri ile çarpar akıllara. İşte size hayat ve işte size tiyatro sahnesinden taşan bir imge. Ahlakî çöküş ve yozlaşma o yüzsüz ve utanmaz cüretiyle bayrağını sallarken iyilik, köşesinden hazin ve mağrur başını göğe kaldırıp bakmaktadır adeta. İnsan işte çiğ süt emmiş denir ya öyle.
İşte konu kapandığı yerde tam da böyle başlar dostlar. Perde kapandığı yerden gerçeğin oyunu dökülür sokaklara. Anlayana sivri sinek saz anlamayana davul zurna az denmiştir. Ibsen bir yandan çağımıza şahit iken diğer yanda modernleşme dönemimizde hayatımızda yer alan ve hayatımızı etkileyen bir örnek olarak tiyatro sanatından hayatı ve kendimizi düşündüğümüz yerden bize konuşmaya devam ediyor. Hayat mı bize konuşuyor yoksa biz mi hayata? Aynaya bakıyoruz.
Hak İçin Olsun
Vesselam