Gazze için yola çıkan yürekler: Umuda adanmış bir yürüyüşün hikâyesi
Biz
yedi arkadaş, Antalya’dan kalkıp Mısır’a doğru yola çıktık. Amacımız açıktı:
Gazze’de yaşanan insanlık dışı kuşatmayı, şiddeti ve soykırımı duyurmak,
barışçıl bir yürüyüşle dünya vicdanını harekete geçirmekti. Katılmak
istediğimiz Küresel Gazze Yürüyüşü (March To Gaza), 57 ülkeden binlerce
aktivisti Mısır’ın El-Ariş kentinden Refah sınırına kadar bir araya getirecek,
Filistin halkının sesi olacaktı.
Organizasyon
önce hareketin 12 Haziran sabahı Kahire’den başlamasını planlamıştı. Güzergahımız
şöyleydi: 120 km ilerideki İsmaliye, sonrasında 320 km ilerideki Ariş Limanı,
en son 370 km ilerideki Refah sınır kapısı şeklinde olacaktı. Yani toplam
yolculuğumuz 370 km olacaktı. Ariş’e kadar araçlarla, sonrasındaki 50 km’yi
yürüyerek geçecektik. Yolumuz uzun, hedep pusluydu. Varmamızın önünde bir çok
engelin olacağının farkındaydık. Günlerden Cuma’ydı. Sabah erkenden hazırlanmış
hareket emri bekliyorduk. Fakat Kahire’den toplu çıkış dikkatleri üzerimize
çekme riskine karşı 120 km ilerideki İsmaliye’den başlamasına karar verildi.
Herkes kendi imkanlarıyla yola çıkacak, İsmaliye’de buluşacaktık. Saat 12:00
sularında yola çıkma kararı verildi, önce ya da sonra çıkacak olanlar da
fırsatları kollasınlar denildi. Fakat 12:00 denmesi ortalamada toplu bir çıkışa
yöneltti. Nitekim daha Kahire’den çıkşta 51. km’de otoban gişelerinde
durdurulduk. Bariyerler açılmıyordu. Bütün girişler kapatılmıştı. Sivil
polisler bütün arabaların pencerelerini açtırıyor, yabancı gördükleri kişilerin
pasaportlarını topluyorlardı. Bizden önce 50 kadar kişi yol kenarına alınmış,
bizden sonra da bu sayı 500’leri bulmuştu. Biz 11:00 sularında yola çıkmış,
11:30 civarında gişelere gelmiştik. Saat 13:00’e kadar gelenler tutulmuş,
sonrasında bariyerler kaldırılmıştı. Biz keşke erken ya da geç gelseydik de
takılmasaydık diye hayıflanırken, Mısır polisinin bizleri küçük parçalara
böldüğünden haberimiz sonra olacaktı. Mısır’a 6500 kişi olarak gelmiş, o ana
kadar 4500 kişi daha ülkeye girmeden havaalanından ya da otellerinden alınarak
deport edilmişlerdi. Biz toplamda yola çıkan 2000 kişi kadar kalmıştık. İlk 500
kişi de otoban gişelerinde beklemeye başlamıştık. Yol kenarında bir petrol
ofisi vardı. Perol ofisi hınca hınç dolmuş, su ve tuvalet kuyruğu uzadıkça
uzamıştı. Mısır polisi öncelikle bizi hapishane otobüsünün giriş kapısına pasaportlarımızdan
okuyarak çağırmaya başladı. Tek sıra halinde dizdi. Kapının ağzındaki
arkadaşımızı intikal aracına zorla sokmaya çalıştı. Biz direndik, binmedik. Bu
defa baktı olmayacak, bu planından vazgeçti. İkinci planı uygulamaya başladı.
Sivil bir otobüs getirdiler. “Bu otobüs 45 kişilik, kim bu araca binerse
pasaportunu vereceğiz, Kahire’ye kadar da götüreceğiz” dediler. İçimizden bu
söze kananlar oldu, yerli yabancı 20-25 kişi bindi. Biz Avrupalılarda bir
çözülme olur mu diye tereddüt ettik ama onlarda da bizimkisi kadar bir çözülme
oldu. Geri kalanı binmeme kararı aldı. Otobüs dolmayınca da binenler saatlerce
otobüste oturmak zorunda kaldı. Ancak saat 16:00 sularında yarı dolu haliyle
otobüs gitti. Emniyet yetkilileri kalanlar için beklemeye başladılar. Biz
Türkler önce marş, tekbir, slogan olarak hareketliydik ama yabancılardaki
sessizlik bizi düşündürmüştü, öncülüğü onlara vermeye karar verdik, sesimizi
kestik. Bu defa onlar ritim tutturmaya, slogan atmaya başladılar. Biz de zaten
Avrupalıların ön planda olmasını istiyorduk, onların alandan ayrılması ve biz
Türklerin Mısr polisyle karşı karşıya gelmemiz her iki ülke için de iyi
olmayacağı kanaatindeydik. Nitekim Avrupalılar kandi ülkelerinin Gazze
yürüyüşlerinin ekip başları olduğu için kitlesini yönetmeye aşina idiler. Çok
profesyonel bir şekilde idare ettiler. Saatlerce ritim dahilinde slogan, müzik,
marş söylediler. Polis bir müddet sonra bizi dubalarla etrafımızı, alana giriş
ve çıkışları kapattı. Tuvalete gitmek isteyene bile izin vermediler. Arka
tarafımızı da panzerlerle kapattılar, oradan da çıkışı engellediler.
Büyükelçiliğimizi aradık, su ve gıda istedik; büyükelçilikten getiremeyiz,
işimiz var dendi. Nihayet saat 17:00 sularına gelince Mısır Emniyetinin
sivilleri (içlerinde baltacı denilen kişilerin olduğu da söyleniyor) bize
saldırmaya başladı. İlk tuttukları küçük boylu bir arkadaşı sürüklemeye
başladılar. Onu kurtarmak adına ben arkadaşa sıkı sıkıya sarıldım, bir müddet
götürmelerine engel oldum ama birkaç elden ikimizi birden çekiştirmeye
başlayınca gücümüz kesildi ve yerlerde sürüklenerek otobüslere karga tulumba
atıldık. Bizden sonra diğer arkadaşlar da arkadan getirilerek 400-500 kişilik
ekibimizin tamamı otobüslere tekme tokat dolduruldu. Ben yapılan zulümleri telefonumla
çekerken Mısır polisinin farketmesi üzerine elimdeki telefonu zorla almaya
çalıştılar. Vermek istemeyince beni otobüsten indirmeye kalkışınca ben de
telefonumu vermek zorunda kaldım.
Bir
saatten fazla otobüslerde bekletildikten sonra alanda kimse kalmadığı
kesinleştikten sonra Kahire’ye doğru yol almaya başladık. Biz deport
edileceğimizi bekliyorduk. Kahire’ye yaklaştıkça işin renginin değişmeye
başladığını farkettik. Öndeki 20 kişi hazırlansın, indireceğiz dendi. Nil
köprüsünün üzerine gelince ilk 20 kişi indi arkadan bütün arkadaşlar hızlıca
indiler. Diğer otobüsleri aradık, onları da üçer beşer Kahire’ye dağıtmışlar.
Ben
kurtarmaya çalıştığım kısa boylu sonradan Diyarbakırlı olduğunu öğrendiğim
arakadaşla sohbet ettik. Kusura bakma seni kurtaramadık falan muhabbetine
girdik, bu vesileyle yoldaş olmuş olduk. Onun elinde bir çanta vardı, çantanın
kendisine ait olmadığını, üstüne kaldığını söyleyince fotoğrafını çekip whatsup
gurubumuza attık. Grup başkanı Dr. Hüseyin Durmaz kendisine ait olduğunu
söyleyince ben o çantayı da kendi çantamla beraber omuzladım, Nil köprüsünün
üzerinden kilometrelerce uzakta bir yere yürüyerek gece 23:00 gibi vardık. Yol
arkadaşım Antalyalı Ganim Nalbant ben telefonsuz kalınca ciddi şekilde
yardımcım oldu, birlikte Dr. Hüseyin Durmaz’ın yanına vardık. Çantanın Hz
Musa’nın balığı gibi bizi buluşturduğunu, bakalım bundan sonra kader çizgimizin
nasıl gelişeceğini merak ettiğimi söyledim. Yanında diğer organizatör Muhammed
Raşit Sancar da oradaydı. Bundan sonra ne planladıklarını sordum. Avrupa delegasyonlarının
fikirlerinin de önemli olduğunu, birlikte karar alacaklarını söylediler. Yarın
cumartesi gün boyu bunun istişaresini yapacağız dediler.
Cumartesi
gün boyu yapılan istişareler sonucunda haftanın resmi ilk günü olan Pazar günü
(Mısır’da resmi tatil Cuma-Cumartesi) bütün ülkelerin vatandaşları kendi
konsolosluklarına gidip, Kahire’nin bir meydanında basın açıklaması ve mitingi
için Mısır hükümetine baskı yapılması konusunda karar alınmıştı. Nitekim Pazar
sabahı bu yapıldı. Biz de Türkiye konsolosluğuna gittik. Konsoluklar bunda
başarılı olamadılar. Bizden de Türkiye konsolosluğunun içinde konsolosluğa
sığabilecek bir sayıda kişiyle basın açıklaması yapmamız istendi, denileni
yapmak zorunda kaldık.
Tabiki
bizim eylemimizin İsrail’in İran saldırının gölgesinde kaldığının farkındaydık.
İsrail bunu planlı mı yaptı yoksa tesadüf müydü konusunda İsrail’in bir taşla
iki kuş vurma çabasında olduğu, bizim genel kanaatimiz oldu.
Basın
açıklamlarının konsolosluklarda olması bizleri tatmin etmemişti. Beklemeye
geçtik. Cezayir, Tunus tarafından gelen 1200 kişilik ekibin durumunu da merak
ediyorduk çünkü. Öğrendik ki Hafter hükümeti ekip başlarından 14 kişiyi
kaçırmış ve ekibin geri dönmesi şartıyla iade şantajı yapıyormuş. İsrail’in
hudutlarının ta oralardan başladığını da farketmiş olduk.
Biz
Antalya ekibi olarak 4 gün daha bekleyerek Çarşamba günü dönme kararı aldık.
Organizatörlerimizin de dönmemizi istemeleri, eylem tekrarının Refah’a ulaşma
konusunda bir sonuç doğurmayacağı, İsmailiye-Ariş arsında daha 15 kontrol
noktası olduğu, buraları sarı saçlı mavi gözlü Amerikalıların tuttuğu, bundan
sonraki yapılacak eylemlerin Gazze’ye bir katkısının olmayacağı gibi zarara
doğru gitmeye başlayacağı konusundaki telkinleriyle biz de uçak biletlerimizi
aldık ve geri döndük. İkinci kontrol noktası olan İsmailiyye’de ise durumlar
bizden farklı değilmiş. Oraya giden arkadaşlarımızdan birisinin ifadeleri ise
şöyleydi:
“Ancak
henüz yürüyüş başlamadan baskılar başladı. İsrail hükümeti, Mısır’a resmî
olarak yürüyüşe izin verilmemesi yönünde baskı uyguladı. “Cihatçı, radikal,
provokatör” gibi etiketlerle bizi karalamaya çalıştılar. Oysa biz, cebinde
tırnak makası bile taşımaktan çekinen, elinde sadece vicdanı olan insanlardık.
Savaşın ve zulmün son bulması için umutla gelen barış elçileriydik.
Yola
çıktık. Binlerce insanla birlikte İsmailiye’ye ilerlemeye başladık. Mısır
güvenlik güçleri bizi durdurmak için beş ayrı kontrol noktası kurmuştu. Her
noktada bin kişilik gruplar ayrılarak pasaportlar toplandı, geri dönmemiz
istendi. Ama biz, yere oturduk. Direndik. Sessizce, yalnızca “Özgür Filistin”
diyerek.
Ne
var ki, bir süre sonra ortalık değişti. Provokasyon için özel olarak getirilen
siviller – halk arasında “baltacı” diye bilinen saldırganlar – çevremizi sardı.
Önce sözlü tacizle başladılar, sonra şişe, taş ve sopalarla üzerimize
yürüdüler. Biz yine karşılık vermedik. Ama içimizden bazıları dayanamayıp su
şişesi fırlatınca saldırganlar iyice azıttı. Ellerindeki demir ve tahta
sopalarla insanları dövdüler, yaraladılar.
Mısır
polisi mi? Onlar sadece izliyordu. Baltacılar emir alıyor, saldırıyor, sonra
insanları sürükleyip gözaltı araçlarına dolduruyordu. Tüm bunlar yaşanırken Mısır
devleti sessiz kaldı. Böylece uluslararası kamuoyuna “Hükümet değil, halk tepki
gösterdi” algısı sunmak istediler. Ama gerçek öyle değildi.
Bu
şiddet ve provokasyon ortamı nedeniyle yürüyüş iptal edildi. Organizasyon, tüm
aktivistlerin güvenliği için geri çekilme kararı aldı. Ancak bu geri çekiliş
bir vazgeçiş değil, daha güçlü bir dönüşün başlangıcıydı. Çünkü yürüyüş sadece
bir eylem değil, bir bilinçti.
Biz
Mısır’a, Filistin için umut olmak istedik. Çocuklar ölmesin, anneler kefen
yerine battaniyeye sarılsın, sokaklar kan değil kahkaha koksun diye yürümek
istedik. Birilerinin bu adaletsizliğe dur demesi gerekiyordu ve biz bu uğurda
gerekirse canımızı ortaya koymaya hazırdık.
Bu
yürüyüş belki Refah’a ulaşamadı ama vicdanlara ulaştı. Gazze için yola çıkan
yürekler asla susmayacak. Çünkü biz, insanlık ölmesin diye yürüyenleriz.”
Arkadaşımız böyle diyordu.
Bu
yolculuktan neler elde etiik diye düşünecek olursak:
-6500
kişi Türkiye ve Batı’dan, 1200 kişi kuzey Afrika’dan bir noktaya
odaklanabilmiş, içtimasını yapmış oldu. Bundan sonra egemenler bunu hesaba
katarak adım atmaları gerekiyor. Bize rağmen hesap yapılırsa
yanılabileceklerini bilecekler.
-İnsanlığın
ortak kelimesi olan “VİCDAN” tam anlamıyla Mısır’da tezahür etmiş oldu.
Avrupa’nın solcuları bizim solcular gibi değil, daha insalcıl ve merhametliler.
Bizim solcular zaten solcu değil, Kemalist ve gaddarlar. Tölerans eşikleri çok
düşük.
-
İsral’in sınırlarınin nerelerden başladığı test edilmiş oldu.
-
Büyükelçimizden edindiğimiz intibaya göre bizim yürüyüşümüzün Mısır-Türkiye
ilişkilerine zarar vereceği korkusunu kendisinde hep hissetmemiz oldu. Bizden
dolayı çok tedirgindi ve bu durum onu bize karşı pasif davranışlara itiyordu.
Mesela 5 arkadaşımız toplanan pasaportlarını bulamamışlardı, arkadaşlarımız büyük
elçilikten sonra önce karakola, oradan göç idaresine gönderilerek geçici
pasaport verilme yolu tercih edildi. Halbuki büyükelçimiz Mısır emniyetini
arayıp vatandaşlarımızın pasaportlarını buraya yollayın diyebilirdi. Geçici
pasaport çıkartmak arkadaşlarımızın iki gününe mal oldu.
-
Mısır’ın nasıl bir kabile devleti olduğu, halkı nasıl sindirdikleri görülmüş
oldu. Mesela arkadaşlarımızın piramitlerde başlarına güneş geçmesin diye Mısır
desenli kefiyelerini yol kesen sivil polisler çıkartmışlar, birkaç tane kontrol
noktasında kefiyelerinden dolayı müdahalede bulunmuşlardır.
-
Mısır Polisi İspanyol delegasyon başkanını 3 gün boyunca dövmüşler, sonra da
deport ederek kendilerince göz korkutma gayretine girdikleri görülmüştür.
-Sondan
geriye doğru bakılırsa “keşke Kahire’de büyük bir eylem yapabilseymişiz,
dünyaya güçlü bir görüntü verebilseymişiz” diyorum. Ama bu durumda da kafadan
engelleneceğimiz için organizatörlerimiz eleştirilecek, “bize müsaade
edilmeyeceğini bile bile neden Kahire’de bu kadar boy gösterisi yapılmasına
izin verdiniz” derdik. Yani organizasyon dünya geneli hakettiği sese
ulaşamamıştı.
-
Benim açımdan ise durum şuydu: Ben gitmeseydim kendimi affetmezdim. İmtihanımı
vermeye ve Allah’a olan mazeretimi azaltmaya gittim. Mavi Marmara gemisine
bindiğimde de aynı duyguyu taşıdım, 2013 yılı Adeviye meydanında bulunduğum bir
haftalık birlikteliğimde de aynı duyguyu taşımıştım. Sisi sabaha kadar
üzerimize kurşun sıkarken iyiki burdayım demiştim.
İnşallah
bundan sonra da dünyanın neresinde olursa olsun, insanlığa farz-ı kifaye olan
eylemlerde bulunabilmeyi kendime şiar edinmeyi bir borç bilirim. Bu dünya
hayatını manevi zirvelerde sonlandırabilmenin gayreti içerisindeyim. Rabbim
canımı en razı olduğu anda almayı nasip etsin. Tek dileğim iyilerle birlikte
ölebilmek, salih kulları arasına girebilmek. Başka bir talebim ve duam yoktur.
Alpaslan
Arslan