Derkenarı bir kenara atmak
Türkülerimiz
var bizim, ana sütü gibi; bize ruh veren, bizi ilmek ilmek ören, bizim
hikâyemizle yine bizi nakış nakış işleyen türkülerimiz… Türküler millet olarak
serencamımızı hikâye eylerler.
Savaşlarımızı, sulhumuzu, yokluk ve yoksulluklarımızı, iyi ve kötü
günlerimizi, sevdalarımızı, gurbeti, hasreti, vuslatı, mahkûmluğu, hürriyeti
türkülerimizde buluruz. Yani bizatihi kendimizi… Millet olarak türkülerimiz, içinden
geçtiğimiz şartları bir mızrap edinip gönül telimizden yükselttiğimiz eşsiz
nağmelerimizdir. Onlar, ilk söyleyenleri bakımından şahsi olabilirler. Ancak
tasada ve sevinçte bir olduğumuz zamanlara has olduklarından, türkülerimiz gönüllerimizin
ortak sedasıdır.
Ne
vakit türkülerden söz açılsa ya da ben türkülerden söz edecek olsam Veysel’in
sözü gelir aklıma: “Türk’üz türkü çığırırız.” Aklım yettiğinden beri türkülerin
hayatımda yeri olageldi. Daha altı-yedi yaşımda kuzu ve oğlakları otlatırken
dilimde şu türkü vardı: “Dereye aşağı iner kurt izi/ Kurdun ağzında
bir körpe kuzu / Mevla’nı seversen ağlatma bizi / Gel koyun meleme vazgeç
kuzundan” Bu, kuzusunu kurt
yemiş bir koyunu teselli etmeye matuf bir çoban türküsüydü. Türkülerimiz insanın
insanla, cemiyetle, tabiatla ve ötesiyle münasebetinin keyfiyetini ele veren
sayısız misalle doludur. Türküleri olan cemiyet/millet, sahibi olduğu hayvanın
hüznünü kendi hüznünden ayrı görmemektedir.
Türkülerimizin
ve şarkılarımızın işaret ettiği derinliğin sığlaşmaya ve ortak zevkimizin git gide zevksizliğe yüz tuttuğunun sayız örneklerini
zikretmeye sanırım gerek yoktur. Bir millet/cemiyet/cemaat olarak yaşama
hususiyetimizi, çoğumuz farkında olmasak da, yitiriyoruz. Ferdi, evrenin
merkezine koyma iddiasıyla, onu bireysellik adlı yalnızlık kuyusuna sarkıtan
çağın, maliyeti üzerinde yeterince düşünebilmiş değiliz. Şimdilik bu düşüşümüze
dair düşüncelerimiz, bir “siyaset meydanı[1]”nda,
işlenen zulmü idrak edebilenlerin, birer ikişer yükselen homurtularına
benziyor. Müziğimiz bakımından, bireyselleşme adını verdiğimiz düşüşün neye
tekabül ettiğini, “Buraları yıkılıyo benden yıkılıyo” ya da “Baba yak hadi bi sigara daha/
Zifiri belki kalbimi çürütür/Hesap günü gelir o zaman/ Gölgen olur hayaline
yürürüm” seviyesini
hatırlattığımda başka söze hacet kalmadan ifade etmiş olacağımı düşünüyorum.
Elbette
asıl meselemiz türkülerimizle günümüz popüler müziğini mukayese etmek değildir.
Bu ikisini mukayese etmek imkân dâhilinde değildir. Ben asıl icracılar
tarafından türkülerimize reva görülen zulümden söz etmek istiyorum. Zulüm
dedimse kasten ve amden işleniyor değil belki ama netice olarak türkülerimiz
bakımından bir haksızlığa tekabül etmektedir.
Bir
zamanlar köylerde, kasabalarda, şehirlerde yaşayan insanların hayatında
türkülerin/şarkıların hatırı sayılır bir yeri vardı. Mesela, düğünler sıra
türkülerinin söylendiği sosyal bir faaliyetti. Dikkat ederseniz türkü
dinlenildiği demedim, türkü söylendiği dedim. Zira düğüne iştirak edenler sıra
ile türkü söyler, türkü söyleyemeyene ise ceza kesilirdi. Köylerde oda kültürü,
şehirlerde ise konak kültürü ya da kahvehane/kıraathane kültürü- bugünkü ile
karıştırmayalım- toplumun fertlerini şarkılar,
türküler ve diğer sözlü anlatımlar ve sohbetler vasıtasıyla ortak bir zevk
seviyesine ve ruh inceliğine eriştiriyordu. Şimdilerde bu kabil imkânları yitirdik, ancak
türkülerimiz, her şeyi yozlaştıran popüler kültür karşısında hâlâ asaletiyle
var olmaya devam ediyor. Modern dünyanın bunalımında türküler, şerha yaz
sıcağında, avuç avuç içip elimizle yüzümüze çaldığımız berrak sular gibi gönlümüze
aksederek bize bir kalbe sahip olduğumuzu hatırlatıyor.
Nerede
rastladığımı hatırlamıyorum ama “Kötü adamların türküleri olmaz!” diye
bir cümle okumuştum. Bunun deneye, gözleme, rakamlara müracaatla sağlamasını
yapmak mümkün değildir belki, ancak benim kanaatim de odur ki: Kötü
adamların dudaklarında türkü olsa bile eğreti durur; yakışmaz.
Hepimiz, bir hipodroma dönen
dünyanın yarış atlarına dönmüş durumdayız. Stres denilen nevzuhur girdabın,
içine çekmeye muvaffak olamadığı bir Allah’ın kulu kalmış mıdır? İşte bu hâlin
yağmak üzere ağırlaşmış bir buluta döndüğü zamanlarda, imdadıma türküler
yetişir. Gönlümü bir tahta salıncağa bırakıp türkülerin ellerine terk ederim.
Türkülerin ikliminde adeta boyut değiştirir insan, farklı bir âleme yol bulur,
kapılır gider. Ta ki bir icracının türküye ettiği zulmü fark edene değin…
Bilgisayarda
müzik uygulaması açık, rastgele türküler şarkılar arzı endam ediyor. O da ne? Zeki Müren türkü söylüyor: Yeşil Ördek Gibi Daldım Göllere. Biraz
sonra icracımız “Gel seninle ahtı iman edelim” deyivermesin mi? Sevgiliyle “ahtı
iman” etmek ne demektir ki? “Sanat Güneş”i türkünün burasını acep
neden karanlığa gömüvermiş de “Ahd u Peyman[2]”edenlere
“Ahtı
iman” ettirmeye kalkmış ve yemini imana döndürmüş?
Erkan Oğur’dan o kendine has, çoğu
zaman icra ettiği türküyü muzlim bir gölgede bırakan üslubuyla, sözleri Pir Sultan’a ait o güzel türküyü
dinliyorsunuz: “Derdim çoktur hangisine yanayım?” İcracımız “Ben
bu derde hande derman bulayım” deyince zıvanadan çıkıyorsunuz. “Kanda[3]”
nasıl “hande[4]”
oluyor yahu? Nerde/n anlamına gelen söz, nasıl gülüş anlamına gelen handeye
yerini terk ediyor? Bu fecaati bir handeyle geçiştirebilir misiniz? Ben
beceremiyorum, siz bir deneyin. Hele bir de aynı icracıdan, sözleri Sıdkı Baba’ya ait “zülfü
kâküllerin” diye başlayan türküyü dinlemeye kalkarsanız, sözlerin
içinden çıkabilir misiniz bilmiyorum.
İsmini
anmaya gerek görmediğim bir icracı, sözleri Nesimi’ye ait meşhur “Minnet Eylemem” adlı türküyü söylüyor.
“Yarın
şefaatkârım Ahmedi Muhtar[5] iken”
mısraı “Yarın şefalar atılır ol Ahmedi Muhtar iken”e dönüşüyor. Bunu
fark ettiğinizde çileden çıkmaz mısınız? Karacoğlan’ın meşhur “Elif
Türküsü”ndeki “Deli gönül abdal olmuş gezer elif elif
diye” dizesini “Deli gönül aptal olmuş…” diye
okuyana ben şahit oldum, ihtimal ki siz de şahit olmuşsunuzdur.
Cengiz
Özkan’dan ya da başka birçok ses sanatkârından “Ervah-ı Ezelde” adlı güzel türküyü diliyorsunuz
diyelim. Bu kez de onların dilinde “Sümmâni’yi derkenar[6]a
yazmışlar” mısraı “Sümmâni’yi bir kenara yazmışlar” oluveriyor.
Misalleri
çoğaltabiliriz. Ancak meramımızı anlatmak için bu kadarı kâfidir sanırım.
Türkülerimiz bizi bir millet olarak perçinleyen en mühim kültür
unsurlarımızdandır. Onların icrası ile ilgili kusurların altında yatan
sebeplerin en başında lisan meselemiz gelmektedir. Dilimizdeki fakirleşmeden
türkülerimiz de nasibini almaktadır. Ayrıca bir sanatkâr icra ettiği türkünün/şarkının
kaynağını mutlaka araştırmalı ve aslına sadık kalarak icra etmelidir. Gerek
söyleyeni belli olan eserler, gerekse anonim olan eserler herkesin üzerine
titremesi gereken milli birer emanettir. Kimsenin onların yeni nesillere yanlış
aktarılmasına sebep olmaya hakkı yoktur.
Sözü çok uzattığımın
farkındayım. O halde sizden Karacaoğlan’ın
şu mısralarıyla müsaade isteyeyim:
Hey ağalar izin verin gideyim
Arkam sıra ah çekip de ağlar var
Bir muradım nazlı yâre kavuşmak
Ara yerde yıkılası dağlar var