"Asfaltın altında dereler var"[1]|
Zannımca “Ankara”
denilince herkesin zihninde soğuk, gri bir hayal canlanır. Ankara başkenttir,
resmidir, soğuktur. Bize has bir mimari üsluptan yoksun devasa binaları, beton
ve asfaltın zapturapt altına aldığı görüntüsüyle Ankara, insan dimağında, bozuk
bir gıdayı tatmış damakta kalan kekremsi tada benzer; iç daraltan bir intiba
canlanır her hatıra gelişinde. Bu Ankara
dışındakiler için böyledir. Meşhur bir rivayet dolaşır ortalarda. Yahya Kemal’e
“Ankara’nın
nesini seversiniz?” diye sormuşlar. Cevap vermiş: “İstanbul’a dönüşünü!”
Yahya Kemâl’in İstanbul’unun başına neler gelmiştir? O başka bir bahis
mevzuudur. Ya Ankara, sakinleri için ne
ifade eder? Onu sakinlerine sorarak mı, yoksa bir sakini olarak mı gerçek
hakikatiyle kavrayabiliriz? Bilemiyorum.
Peki,
Ankara’ya bu soğuk endamı veren nedir? Onun Başkent oluşu mu? Resmi kurumların
ve resmi ilişkilerin merkezini teşkil edişi mi? Ya da başka sebepler mi? Bunu
çevremizdeki insanlara sorsak, birbirine benzer ya da farklı birçok gerekçe
ileri süreceklerdir. Ama meseleyi şah damarından yakalamaya muvaffak bir
gerekçe söyleyen olur mu? Bilinmez?
İnternette bir
belgesele tesadüf ettim. Yönetmeni Yasin Semiz. Belgeselin adı “Asfaltın
Altında Dereler Var.” Belgesel “Ankara’nın kayıp derelerinin hikâyesi”ni
konu almış. Altın Portakal Ulusal Belgesel Yarışması’nda en iyi belgesel ödülünü
almış. Belgeselin tamamını bulup izleme imkânım olmadı. Yalnızca fragmanını ve
yönetmen Yasin Semiz Bey’le yapılan, belgeseli konu alan söyleşiyi izledim.
Böyle bir belgesel yapılmış olması oldukça önemli.
Belgeselin
fragmanı, “Ankara’da yaşayanlar günde en az yirmi derenin üzerinden geçmektedirler
ve ne yazık ki farkında değiller!” cümlesiyle başlıyor. Oldukça sarsıcı
bir cümle, insanı yalnız Ankara’ya dair değil, bütün şehirlerimize dair derin
düşüncelerin kollarına atıyor. İnsanın yitiğini bilmemesi, onun kafa konforunun
ziyana uğramamasını mümkün kılıyor. O yüzdendir ki modern çağda insan, en çok
kendisine yitiğini hatırlatanlara kızıyor.
Derelerin isimleri
yerli yerinde duruyor. Peki, o isimlerin sahibi olan dereler nerede? Kavaklıdere,
Hoşdere, Bentderesi, Cevizlidere, İncesu, Dikmen Deresi… Daha niceleri
var, ismi mahfuz ama kendisi mahvolmuş.
Sayıları yüz elliyi bulan bu dereler beton bir kanal içine defnedilmiş ve üzeri
asfalt ile kapatılmış. Altta canlı canlı gömülmüş dereler ve üzerinde modern,
canhıraş, muhteris bir koşuşturmanın sürdüğü bir seyrüsefer: Modern kent
hayatı…
Asfaltın ve
betonun üzerini örtüğü şey yalnızca dereler mi? Yoksa beton ve asfalt kentlere
derelerle birlikte canlı cenaze gibi gömülen bizler miyiz?
“Bastığın
yerleri toprak diyerek geçme tanı / Düşün altında binlerce kefensiz yatanı”
diyordu, Ankara’da, Tacettin Dergâhında yazılan bir şiir olan İstiklal
Marşımız. Peki, bugünün Ankara’sında toprağa basmak mümkün mü? Ya da
İstanbul’da veyahut diğer şehirlerde? Şehir diyorsam, adet olduğu üzere
diyorum. Yoksa modern kent şehirden çok farklı bir yapıdır. Bu da bir bahsi
diğer.
Peygamber
Efendimiz “Her insan fıtrat üzere doğar!” buyurmuştur. Yani insanın
yaratılış hususiyetleri vardır. Allah insanı belli meziyetlere sahip olarak
yaratmıştır ve ona emanetler yüklemiştir. İnsan, bunları muhafaza ettiği
müddetçe insan kalabilir. Bunu bozar ise fıtratı bozmuş ve azgınlık yoluna
sapmış olur. Allah’ın(cc) Kitabında “ed-din”
(yegâne din) dediği İslam fıtrat dinidir. Yani tabii olan, fıtrata ve insan
tabiatına uygun yegâne din demektir. Fıtrat insanın mayasıdır. O mayanın
bozulmaması için insanın kendi bağlamı olan tabiatı muhafaza etmesi elzemdir.
Bağlamını yitiren insan mayasını bozulmaktan kurtaramaz.
Elest
Bezmi’n[2]de
o büyük soruya “Bela!” cevabını veren insan, bugün, hem bağlamı olan tabiatı
hem de kendi fıtratını tahrip ederek, Ezel Bezmi’ndeki sözünü sele vermektedir.
İnsan denen
varlık, ancak fıtrat/tabiat ile uyumlu yaşayarak içindeki potansiyel yüceliği
açığa çıkarabilir. Toprağa düşen çiçek tohumlarının boy verip renk renk, desen
desen intişar etmesi gibi, toprakla barışık yaşayan insan da öylesi
güzellikleri gün yüzüne çıkarma imkânına sahiptir. Bu, elbette sureta insan
olan herkes için geçerli değildir. Topraktan yaratıldığının ve toprak olacağının
şuurunda olan, ekmeği ve suyu aziz bilen, yaratılanı yaratandan ötürü seven
kimseler için geçerlidir. Tabiat bozulmaz ise herkes iyi insan olur, demiyorum
elbet. Tabiatını/bağlamını yitirmemiş insan, iyi insan olma imkânını da yitirmemiştir,
kimisi bu imkânı kullanır, kimisi kullanamaz. Ancak tabiatı tahrip etmiş,
bağlamını yitirmiş insan, artık iyi insan olma imkânını da yitirmiştir.
Cennetten çıkarılıp kendisi için yayılıp döşenmiş yeryüzüne indirilmiş insan
yeni mekânını/bağlamını kendi eliyle yok emektedir.
Nereden
başladık, söz nerelere gelip dayandı. Dereler de öyle değil midir? Küçük bir
kaynaktan, şirin bir gözeden doğarlar, yolda kendilerine nice kaynaklar
katılır, sonra her birlikte bir çaya, sonra bir ırmağa dönüşürler, en sonunda
bir ummana dökülür ve orada fena bulurlar.
Halk
edebiyatımızda bütün tabiat unsurları gibi derelerin de önemli bir yeri vardır.
İnsanın tabiatı tahrip ederek ürettiği, sentetik malzemelerle kurduğu mekânların,
araçların ve eşyaların ise türkülere konu olması muhaldir. Zira onların
türkülere konu olması için gönülle bir irtibatlarının olması gerekir. Beton,
asfalt, metal ve plastiğin egemen olduğu sentetik malzemelerle kurulan bir
dünyada, derelerin yok olması pek tabii bir durumdur. İnsanoğlunun, kendisine
suni bir bağlam kurarken gönlüyle arayı açtığının en bariz işareti, bu suni
hayat formundan bir edebiyat doğmaması, onun şarkılara, türkülere konu
olamamasıdır. Yok olan derelerin ise
bizden götürdükleri, sadece türkülerimiz değildir.
Bunun
böyle olmadığını bize, tabiat, zaman zaman su baskını, “sel felaketi” formunda
ifade etmektedir. Ancak anlayabiliyor muyuz? Anlayamadığımız ortadır.
Şimdi
içinde “dere” geçen bazı Halk türküsü/şiiri misalleriyle sözü nihayete
erdirelim.
“Dere geliyor dere
Kumunu sere sere
Al beni götür dere
Yârimin olduğu yere”[3]
“Dereye aşağı iner kurt izi
Kurdun ağzında bir körpe kuzu
Mevla’yı seversen ağlatma bizi
Gel koyun meleme vazgeç kuzundan”[4]
“Derdimi dökersem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider
Irakipler geldi girdi araya
Korkarım yâr benden yoz olur gider”[5]
“Baharın olduğu neden bellidir
Boz bulanık akar oldu dereler
Sen de bencileyin yârden m’ayrıldın
Yine yenilendi eski yaralar”[6]