Anlayamıyorum o halde neyim
Anlamak nesnemiz olan şeyin esasıyla
senkronize olmaktır. Ahenk insanın evrendeki en büyük ilkelerinden biridir.
İnsan iki akıldan müteşekkildir: Akıl gözü ile bakar kalp gözü ile görür. Bu
ifadeden maksat hemen manevî çıkarımlar olmamalıdır. İnsanın kendözünü tanıması
bakımından bu hâli bilmesi gerekir diye zannediyoruz. Hissetmek ve duygu
taşımak insanın iki melekesidir. İnsan bir bardağı hisleriyle bilir,
duygularıyla anlar. İşte burada bilmekle anlamak arasındaki mesafe kapanır.
İnsanın değer edinmesi de bu yolla gerçekleşir. İnsanın beyni akılla; kalbi,
gönülle ilgili iki düşünme melekesine işaret eder. En seküler yerden bir sanat
eserine baktığımızdan anlama ve anlamın bu iki düşünce sisteminin çalışmasıyla
oluştuğunu görürüz. Bütün medeniyetçi mütefekkirler insanı bu bütünlük için
tasavvur ederek anlamak ve anlamı ortaya koydular.
İnsan anlarken ve anlam verirken bu
sebeple kendözünden âleme yayılmalıdır. Zübde-i alem olmak sırrı kendisinde ise
insan kendi sırrını kendi içinde çözmelidir. Oradan çevreye yayıldıkça “ben”
olan ve “biz” olan müşterekler ve insanlararasılıklar ortaya çıktıkça hayat
mana ve anlama odağından kendi kanatlarında uçulan ama birlikte yaşanan bir
alana dönüşmez mi? Merhum Nurettin Topçu
“İç gözlem, bizim en büyük mürşidimizdir,
gerçek kurtarıcımızdır. İçimize dönmek, her ibadetin ve her selametin
başlangıcıdır. İç gözlemden uzaklaşmak bizi etle tene bağladı ve teni muhafaza
için ona bağlı bütün ihtiraslara kuvvetle fırsat bağışladı. Artık ruhun bize
verecek hesabı kalmadı. Mesuliyet iradesi ortadan kalktı.” (Topçu, İslâm ve İnsan Mevlânâ ve
Tasavvuf, s. 38.251/ Topçu, Kültür ve Medeniyet, s. 120.), derken aklın seküler
ve pozitivist bir yorumla kiliseye, belki de haklı olarak, açtığı savaşla
insanlığın tamamının bilgelik kaynaklarının öte yandan kurumasına yol açtı.
Lakin insan aklı ve gönlünü kullanmayı unutalı çok oldu. Kuru retorik karın
doyurmaz ancak sürü gütmeye yarar. Seciyeli sözler, efsunlu aforizmalar insanın
kendözüyle arasındaki mesafeyi öyle açar ki bir sürü kuru gürültü arasında
insan okyanuslardan bahsedilirken çöllerde susuz kalıverir. Gözlem, modern
zamanın en değerli buluşlarından belki de bilgelik tarihi boyunca bilinen insan
tarihinde hep olan bir durum. Lakin gözlem mefhumu tek akla inince onun da
nasıl kullanılacağı yine bir bakış açısına hapsolunca en maneviyatçı kafalar
bile hakikati en kuru yerinden ısırmaya başladılar. Olan ne mi şu anki
durumlar. Bu bakımdan mesuliyet meselesi öncelikle kendi iç gözlemimizle
içimizde yapacağımız gözlem olmalı. Böylece anlam ve anlamlandırma meselesinde
nakil anaforlarından çıkıp tahkik üzerinden riyakâr bir “mış gibilik”
meselesinden kurtulup bilgelik ve kaynakları ile senkronize olmak imkânı
önümüzde açılabilecektir.
Gözlemin gelişmesi modern zamanların
eleştirel bakış denilen meselesini de gündeme getirdi. İnsan tenkit ile
gerçeğini kovalayan bir varlık. Tenkit bizim vulgarize anladığımız gibi birine
kaş çatıp oflayıp poflamak değil düşünme meselesi olarak bir şeyin gerçeği ve
onun etrafını saran yanlışları ayıklamak, temyiz edebilmek, tefrik kabiliyetine
erişme meselesidir. Üniversiteler bunun için var olmalıdır. Bu bakımdan bir
şeyi eleştirmek öncelikle hata aramak mefhumunda değil doğruyu bulmak gayretli
düşünmek olarak ele alınmalıdır. Medeniyetçi bir kafa bu saikle gözlem yapar ve
tenkit eder. Merhum Topçu bu konuda “Tenkidi
öğretmeyen, bugünkü adıyla Milli Eğitim genç dimağlara bilgi hamallığı
yaptırmaktan ileri gitmiyor. Şüphe yok ki tenkit, hakaret veya küçük düşürme
gayreti değildir; fikirleri eleme, değerlendirme ve onları hakikatin güneşinde
yıkama yetisidir. Bir fikri tenkit etmek, onu tahkir veya reddetmek demek
değildir; bilakis onu tamamlamaktır. Tenkit herkes için hak, alimler içinde bir
vazifedir.” (Topçu, İslâm
ve İnsan Mevlânâ ve Tasavvuf, s.253-444),
tespitiyle kendisinin muhipler cemaati olan bir zamanda bu anlattıkları ile
günümüz Türklerine bir şey söylüyor mu? Düşünce iki imkânı ile akıl ve gönül
üzerinden var olanın bütününü idrak ederken gözlem ve eleştiri geleneği bizde
nerede duruyor? İnsanımız ve insanlık için bu yoldaki teknolojik! durumumuz
nedir? Hayatın tenakuzlarla dolu Batı felsefesi çerçeveli bugünkü yapısında
insanlar tek gerçek varmış gibi inanmaya mecbur edildikleri için kainatı
kavramada kadük bir akılla milletlerarası yarışa girdiğimiz iddiasında hep
yolda kalıyoruz. İnsanın temel üç kavramı bu düşünce imkânlarıyla oluşuyorsa
doğru, akılla; iyi, gönülle ve güzel, aklın ve gönlün birleştiği yerden
görünüyorsa insana bütüncül bir düşünme eylemi gerçekleşiyor olmalı. İşte
gözlem, deney, eleştiri gibi meselelerin insanın olması gereken neyse onu
yapması için düşünce imkânlarının doğru yöntem, ilke ve pratiklerle hayatta bir
olağan hâl oluşturması gerekir. İnsanların bütünü filozof, üstad olamazlar.
Gerekmez de. Lakin değerlerin insanda oluşturması beklenen hâsıla hayatın o
anından medeniyetin kıvamını da belirler. İşte yitik, aradığımız medeniyetçi
bir bakışla sanki o müşterek normalin ne olduğu, nasıl olacağı, hangi yolla
geleceği meselesi gibi görünüyor. Mazi güzelleşmesi yapıp, değerler üzerine
okyanuslarca laf edip anda ise taşeronluktan öte gidemeyen toplumlar da
medeniyet çiçeği ne yazık ki kendisini göstermiyor. Tarihe biraz doğru bakan
bunu görecektir. Bu bakımdan Orta Öğretim ve Üniversitelerde bu bakış açısıyla
bir Medeniyet Tarihi müfredatı oluşturulmalı ama bu dersten geçmek için not
almak değil sosyal projeler, sorumluluk eylemleri, doğru, iyi ve güzeli
çoğaltma yolunda yapılan somut faaliyetler başarı için miyar sayılmalıdır.
Davranış ancak senkronize olunanın tekrarına dönüşen bilinç olursa manasına
vasıl olur.
Hak İçin Olsun
Vesselam