20 Nisan 2025

Avrupa saraylarında bir Osmanlı casusu- Sicilyalı Mehmed Ağa (25)

Sicilyalı Mehmed Ağa'nın 45 yıl boyunca başta Fransa sarayı olmak üzere Avrupa'nın değişik saraylarında hafiyelik faaliyetleri yaptığından daha önceden bahsetmiş ve yazdığı mektupların ölümünden çok sonra Fransa'da yaşadığı evin yıkılması esnasında döşeme altlarından ve duvar içlerinden tomarlar halinde çıkınca bulunan bu belgelerin de Fransızlar tarafından tercüme ettirilmesiyle kitap haline geldiğine değinmiştik. Mektuplarda yer yer olan anlam kaymaları Mehmed Ağa tarafından kaleme alınan eski Türkçe metinlerin önce Fransızcaya oradan da İngilizceye çevrildikten sonra bizim tarafımızdan tekrardan günümüz Türkçesine çevrilmesinde oluşan hatalardan kaynaklanmaktadır. Bu mektuplardan örnekler sunmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Kırk dördüncü mektup

Akharemağası Eğri Boyunlu 'ya.

Eğer yazdığın gibi eski payitahtlardan Bursa'ya gidersen, her şeyden önce kendini uzun yaşamamaya hazırla ve genç Şehzade Mustafa'ya, Büyük Sultan Süleyman'ın torununun ve zavallı Bayezid'in oğlunun talihsizliğini asla bildirme. Bu mutsuz durum beni hem senin hem de eğitimi sana emanet edilen Şehzade'nin hayatı için endişelendiriyor. Kurban ile cellat arasında geçenleri her hatırladığımda ağlamaktan kendimi alamıyorum. Bu mutsuz çocuğun, kendisini boğacak olan ipek ipi boynuna geçirdiği anda bile, infazı gerçekleştirecek olan kişiyi kucakladığını ve defalarca öptüğünü bana sen söyledin. Tarihin geri kalanından tüm Asya haberdardır ve bilinmektedir ki, bu çocuk boğulmuş olsa da ölümünde katiline karşı zafer kazanmıştır: Çünkü yok etmek üzere olduğu bu çocuğun okşayışlarıyla yumuşayan cellat, bir baygınlık geçirerek yere yığıldı ve Bayezid'in oğlu bu vesileyle ölümden kurtulmuştu, eğer öncekinden daha zalim olan diğer cellat işi bitirmeseydi.

Yaşın ve sağduyun, uzun süredir sahip olduğun tüm Haremağalarının Reisliği görevi, çocuğun soyca sultana ait olduğundan başka bir şüpheye yer bırakmıyor. O halde kendinizi cesaretle donatın ve bu ıssız yerde vazifenizi en iyi şekilde yerine getirmek için çalışın: Çocukları eğitmek kadar sıkıntılı bir şey yoktur, çünkü onlar köleleri tarafından efendileri gibi eğitilirler ve özel kişiler gibi kurallara boyun eğmezler.

 Emin olun, size elimden gelen her türlü hizmeti vereceğim, çünkü sizi benim için son derece değerli bir dost olarak görüyorum: Ama neden Hıristiyanlar arasında, Müslümanların dininde doğmuş bir çocuğu yetiştirmek için örnek olabilecek şerefli bir kişi arıyorsun?

Aklınızı bilmesem, kutsal yasamızın düşmanları arasında misaller arayarak Osmanlı çocuklarının onları izlemesini önermekle çok alelade davrandığınızı düşünürdüm. Bu amaçla Büyük denilen Fransız Henry'yi seçtiniz; ve bu kadar ünlü bir kralın Osmanlı'nın en amansız düşmanı olduğunu bilmiyor musunuz? Bu kralın, Müslümanların hükümdarlığını yok etmek için akla gelebilecek en cesur ve en tehlikeli tasarıyı üstlendiğini ve eğer ilahi kudret, beklenmedik bir darbeyle onu, diğer insanları olduğu gibi kralları da yargılayan Hak Teâlâ'nın mahkemesinin huzuruna çıkmak üzere yeryüzünden çekip almasaydı, muhtemelen bunu başarabileceğini bilmelisin. Ama bunu, arzu ettiğin şeyde seni tatmin edemediğim için kendimi mazur göstermek için bir bahane olarak kullanıyorum: Bu kralın tarihini size göndermemi istiyorsunuz; bunun kısa bir nüshasıyla yetinin, yoksa size büyük bir cilt göndermek zorunda kalacağım. Ancak, her konuda onun örneğini kullanmayın; Fransızların yaşam biçimi, kanunları ve gelenekleri Türklerin usulüne uymaz. Eğer talebeni muvaffak kılmak istiyorsan, onu şarkın bize verdiği kahramanlardan birini örnek alarak yetiştir. Mustafa, İskender ile Firuz'un tarihini, Şarlman ile Henri'ninkinden daha büyük bir kârla okuyacaktır; Makedonya Kralı'nın oğlunun yenilgilerine ve diğerinin küçük talihine şaşmalı mı? Lütfen bana, aynı anda hem insan doğasının zaaflarına hem de ilahî mükemmelliklere sahip olan hangi insanlar olduğunu gösterin.

 İran'ı ve Mısır'ı araştıracak olursanız, Kuruş'u, Artakserkses'i, Batlamyus'u, Busamtik’i, Salahaddin’i, ve Tomanbay'ı, bütün büyük kralları bulacaksınız. Ve eğer Roma'nın dünyaya gönderdiklerine dikkat etmezseniz, Yunan topraklarında kaç tane kahraman bulursunuz? Ama Osmanlı Ailesi'nin dışına çıkmamak için, çok iyi biliyorsun ki, biz Türklerin, Süleyman'ın tevazusu; Ali'nin güler yüzü, Nuşirevan'ın merhameti; Osman'ın haşmeti, Ömer'in heybeti gibi atasözleri vardır ve Ebubekir'in adaleti ister Konstantinopolis'teki sarayında ister Babil önlerindeki çadırlarında olsun, bugün sıradan askerlerinin hepsinden daha cesur olan Murad'ın cesareti ve yüce gönüllülüğünden bahsetmiyorum bile.

On gün önce mektubunuzu aldım ve bu vaktin büyük bir kısmını benden istediklerinizi toplamakla geçirdim ve doğrusunu söylemek gerekirse, emirleriniz beni oyalamak için gerekli malzemeyi sağladı. Bu krala uzun süre hizmet etmiş iki adamın, onun yaşamıyla ilgili, belki de Fransızların bile bilmediği bazı ayrıntıları keşfetmiş olmalarına kuşkusuz şaşıracaksınız. Benim kanaatim şudur ki, insanların huy ve adetlerini bilmek, kuşattıkları ya da ele geçirdikleri yerlerin sayısını bilmekten; iyi ve kötü nitelikleri hakkında bilgi sahibi olmak, ordugâhlarının düzenini, kazandıkları ya da kaybettikleri savaşların sayısını bilmekten daha gereklidir. Bütün tarihler insanların yapıp ettiklerini anlatır ve asıl amaç bu insanları tanıyarak başkalarını irşad etmektir; çünkü tarihler genellikle insanları irşad etmekten çok meşgul eder. Bunlar size ne öğrenmeniz gerektiğini tarihçilerin kendilerinden daha iyi öğretecektir. Hıristiyan tarihçiler şu anda unsurlar gibidirler; her zaman savaş halindedirler, birbirlerine karşıdırlar ve asla anlaşamazlar.

Yukarıda adı geçen ve artık çok yaşlı olan bu iki dost, Kral Henri'ye otuz yıldan fazla hizmet etmişler ve birbirleriyle sıkı bir mektuplaşma sürdürmüşlerdir. Biri onun berberiydi; diğerinin işi ise kral dinlenmeye çekildiğinde ona bir şeyler okuyarak onu oyalamaktı.

 Henri'nin dünyaya ağlamadan geldiğine dair anlatılanlar kesinlikle bir masaldır; ama annesi Navarre kraliçesinin, onun doğumu sırasında Fransızca bir şarkı söylediği kesindir; böylece bu prenses diğer kadınlara ağlamadan da yatağa girilebileceğini göstermiş gibidir. Bu soylu bebeğin içtiği ilk süt, dostumuz Şairoğlu'nun hiç tatmadığı bir lezzet olan şaraptı. Babası ona altın bir kadehte, elde edilebilecek en güçlü şaraptan içirdi; içine de mizacını güçlendirmek ve onu daha dinç kılmak için uygun olduğunu düşündüğü bir karanfil koyup sıktı. Daha sonra Kuruş gibi yetiştirildi; ilk günlerini ormanda ve çoğu zaman çobanlarla birlikte geçirdi. İster yaz güneşinin kavurucu sıcağına ister kışın yağmura, şiddetli ayaza, kara ve doluya maruz kalsın, her zaman başı açık gezerdi. Sanki hayatına hapishanede başlamış gibi görünüyordu; vücudunu yorgunluğa alıştırmak ve ruhunu talihin kazalarına karşı güçlendirmek için kaba bir saç bezine sarınarak her türlü sohbetten uzak tarlalara hapsedilmişti.

Navarre kralı olan babası Antoni'yi kaybettiğinde henüz dokuz yaşındaydı. Bu kralın ölümü Mustafa'ya bir ders olabilir; çünkü önemli bir yerin kuşatılması sırasında ölümcül yarasını aldıktan sonra, yattığı odanın duvarını yıktırarak kendi yatağına taşınmasını sağlamış ve zafer kazanmış gibi ölerek kente dönmüştü: Büyük adamların sefil hırsı, ölüm onları hayatlarından mahrum edene kadar kendilerini ondan mahrum bırakmazlar. Antoni'nin ölümünden yedi yıl sonra, genç Henri Hugonot Tarikatı'nın başı ve savunucusu ilan edildi; on sekiz yaşındayken önemli bir savaşa katıldı; ama kendisinin savaşa katılıp katılmadığı pek bilinmiyor. Başlangıçta talih ona o kadar ters gitmişti ki, bir savaşı kaybettikten sonra, ordusunun geri kalanıyla birlikte altı ay boyunca kaçmak zorunda kaldı ve neredeyse krallığın tüm vilayetlerini, şaşkınlığa uğrama korkusuyla hiç dinlenmeden dolaşmak zorunda kaldı. Sanırım ondan önce bu kadar uzun bir yolculuk yapan başka bir kumandan okumamışsınızdır. Annesi Kraliçe, erkek gibi bir cesarete ve sağlam bir akla sahip bir kadınken, bir çift eldivenle zehirlenerek öldürüldü. On dokuz yaşındayken, o sırada hüküm süren kralın kız kardeşi Dokuzuncu Şarl ile evlendi ve hiçbir düğün böylesine kanlı bir acıyla yapılmamıştı. O zaman ne kadar çok Hugonot'un katledildiğine inanmak zor; Tertip düğün kutlamaları sırasında gizlice hazırlandı ve altı gün sonra öğlen vakti infaz edildi. Bir gün içinde bütün Fransa'nın bu zavallı insanların kanıyla öldüğü söylenir; en az yüz bin kişi katledilmişti, bunların arasında krallığın büyük komutanıyla birlikte yirmi büyük nüfuzlu bey de vardı; Paris'te de en az dört bin asker katledilmişti. Kral onu yanına çağırdığında, öfkeli bir ses tonu ve sert bir yüz ifadesiyle şöyle konuştu Henri, seni bağışlamak istediğim için hayattasın; ama isyanında ısrar edersen seni bağışlamayacağım: Şu iki şeyden birini seçya kilise ayini ya da ölüm. Eğer ayinin ne olduğunu bilmiyorsan, sana başka bir mektupta göstereceğim. Bu prens, hayatını kaybetmektense ayine gitmeyi tercih etti ve bu nedenle de inandığı dinden açıkça vazgeçti. Bu iki yaşlı adam, Neron ya da Kaligula'nın sarayının hiçbir zaman Fransa'daki gibi ahlaksız olmadığını söylüyorlar. Hiç kimse Buffonlardan daha revaçta değildi ve hiçbir zaman en kötü türden ahlaksızlıklar bu kadar bol olmamıştı; Büyücülükler, soygunlar, suikastlar ve diğer tüm suç türlerine öyle bir şekilde izin verildi ki, tüm kanunlar ve iyi düzen yıkılmış gibi görünüyordu. Navarre kralının eski dinini politika gereği mi, yoksa Katolikler arasında gördüğü bir fesat yüzünden mi benimsediği bilinmiyor; ancak bir süre sonra o kadar inatla bağlı olduğu Kalvinciliğe geri döndü ki, birkaç yıl bu mezhepte yaşadıktan sonra, Fransa krallığının tadını barış içinde çıkarmak, Roma papasıyla uzlaşmak ve Roma dinini yeniden açıkça kabul etmek için kendisine büyük bir şiddet uygulamak zorunda kaldı.

Hiçbir prens kadınları onun kadar sevmemiştir. Bu tutku, hayatının bütün günlerinde onun üzerinde hüküm sürdü ve kişiliğinde iki farklı tabiat görüldü: Savaş meydanlarında yenilmez bir cesaret ve kadınlara karşı öyle bir tutku vardı ki, sık sık onların arasında ağladığı görüldü. Herakles'ten daha büyük zayıflıkları vardı ve bunlarla övünürdü. Tüm Fransa'nın en cesur adamı olan Guise düküne teke tek dövüş için meydan okudu; ancak kral, dövüşü engellemek için yetkisini kullandı.

 Bu kral gençliğinde öyle bir şey yaptı ki, bizim dervişler bunu kayıtlarına çok dikkate değer bir olay olarak geçirmişlerdir. Bir meydan savaşına çıkacağı gün, ordusunun ortasında at sırtındayken, ırzına geçtiği genç bir kadının namusunu açıktan açığa temizledi ve şu sözleri söyledi bu gördüğünüz kadını zorladım ve yalvarmalarım onu şehvetime teslim etmediğinde tehditler savurdum. Beni duyan herkes verdiğim kötü örnekten nefret etsin. Bu şekilde haksızlığa uğrattığım sana gelince, kendine bir koca seç ve benden sana verdiğim zararı telafi edecek bir pay al. Sanki bu övgüye değer eylemi ilahi bir takdire mazhar olmuş gibi görünüyordu; çünkü hemen ardından savaşa girerek birkaç askerle koskoca bir orduyu bozguna uğrattı.

 Kendi cinslerine olan düşkünlüğünden dolayı Henri'ye kötü gözle bakmayan hanımlar, bu kralın her zaman Hugonot tarafının başı olduğu savaş işleriyle yakından ilgilenmişler ve çok uzun süren bir atasözünün ortaya çıkmasına neden olmuşlardı

Bir yandan da kimileri sulh, kimileri de harp taraftarı idi; bu harbe Kadınlar Harbi adı verildi. Bu kral o kadar çok savaşa katılmıştı ki, sanırım bu konuda hiçbir kralın ona yaklaşamadığını söyleyebiliriz: Çünkü kim bir günde iki savaşa girip de galip gelebilir ki?

Kral Dokuzuncu Şarl bu sırada ölünce, ana kraliçe büyük bir üzüntü içinde, Sigismond Augustus'un ölümü üzerine birkaç ay önce Polonya kralı seçilen diğer oğlunu çağırttı. Söylendiğine göre, kralın ölümünden haberdar olan Şarl'ın halefi, gece vakti Krakovya'dan sadece sırdaşı olan iki kişiyle birlikte kaçmış ve Venedik'e çekilmişti; Söylendiğine göre, bu ünlü kentin saraylıları, Fransızların Napoliten hastalığı, diğerlerinin de Fransız çiçeği dedikleri bu hastalığa yakalandığı için tacı bizim Henri'ye emanet etmişler; o da tacı Valois soyunda devam ettirecek çocuk sahibi olamamış.

 

Hıristiyan bir derviş tarafından öldürülen Üçüncü Henri'nin vârissiz ölmesi ve tahtının farklı talipler tarafından aranması üzerine, sadece doğuştan hak sahibi olan Henri, babalığı sayesinde bu hakkın efendisi oldu; savaşta gösterdiği gayret ve cesareti sayesinde tüm engelleri aştı. Hakkını benzersiz bir cesaretle korudu ve kendini en büyük basiretle taşıdı; yine de en büyük başarılarını yüreğinin büyüklüğüne borçluydu. Bazen güçlüklerle karşılaştı, ama çoğu zaman tüm muharebelerden galip çıktı ve kazanılan muharebelerden sonra daha gururlu olduğu gözlemlenebilirdi, çünkü bu muharebeleri kazanmasına yardım eden askerlerle daha önce olağanüstü bir yakınlık kurmuştu.

Atlarını görmek için sık sık ahırına gider ve en sadık yandaşları olarak adlandırdığı bu mahluklarla birlikte uyurdu. Kendisini tahta götürecek yol ne kadar zor olursa olsun, yılmazdı; bu zorluklar yalnızca cesaretini artırmaya yarardı. İspanyolların düşmanlarıyla birleştiğini gördü; yine de birkaç sadık askerden başka hiçbir yardım almadan tek başına, Titus'un Kudüs'ü kuşatmasından bu yana en ünlü kuşatma olan Paris'in önünde oturdu. Bu krallık payitahtının sakinlerini, bir süre için şehrin en iyi insanlarının bulabileceği en zengin lezzetler olan sıçanları, fareleri, köpekleri ve kedileri yedikten sonra, hayal edilebilecek en sefil etlerle yaşamaya mahkûm etti. Ama bütün bunlar yüzünden birkaç saldırıdan sonra kuşatmayı kaldırmak ve Katolikler arasındaki tüm rahiplere hükmeden prensle anlaşmak zorunda kaldı ve kendisine bulaşmış olan ve düşmanlarına bir bahane olarak hizmet eden Kalvinizm'den tekrar vazgeçti. Kendisinden önceki selefleri nasıl taç giymişlerse o da aynı şekilde taç giydi. Pek çok savaş, yağma ve her türden insan tarafından yapılan saldırılar nedeniyle harap olan Krallığını yönetmeye başladı ve iyi yönetimiyle onu öyle onardı ki, kısa sürede onu süsleyecek duruma geldi.

Birçok muazzam köprü yaptırdı, ihtişamlı binalar yükseltti ve zamanın ahlaksızlığının yıktığı iyi nizamları yeniden kurabilecek hiçbir şeyi unutmadı.

 

Ama bu kralın tahta oturur oturmaz bize karşı tasarladığı şey, size aynı anda hem korkunç hem de hayranlık verici görünecektir. Düşmanlarıyla umumi bir sulha varır varmaz, insanoğlunun icat ettiği en cesur tasavvurun temellerini attı; bu tasavvurla ne Sezarların ilkinden ne de Asya fatihinden aşağı kalmadığını gösterdi.

 Dünyadaki tüm saltanatları yıkmayı, dünyanın tüm işlerine yeni bir çehre kazandırmayı ve de Devlet-i Aliyye’yi kısa bir süre içinde yok etmeyi üstlendi. Ama böyle büyük bir girişime başlamadan önce, krallığın tüm borçlarını ve özellikle de kendi borçlarını ödemek istiyordu; bu borçların toplamı yüz milyona yakındı ve krallığı satmadan ya da halkı ikna etmeden bu kadar çok para bulmak müthiş bir şeydi; yine de bu parayı bulduğu ve onunla bu borçları ödediği doğrudur.

Hıristiyan âlemini, beşi veraset yoluyla gelen krallara, altısı seçimle gelen krallara tabi olacak ve geriye kalan dördü de cumhuriyet olacak şekilde on beş eşit egemenliğe bölmek istiyordu.

 Bu bölünmeyle papaya kiliseye ait ülkeleri bıraktı ve bunlara Napoli krallığını, Sicilya'yı ve İtalya'nın büyük bölümünü bir cumhuriyete dönüştürdü; Papa'ya her yıl altın bir haç ve dört bin pul verme yükümlülüğü getirdi. Yalnızca Venedik, kanunları ve gelenekleriyle olduğu gibi bırakıldı. Ama bu cumhuriyete, adalar bölgesinde bizden alınacak krallıklar ve adalar, Roma piskoposuna ayaklarını öpmek için bir elçilik ve her yirmi beş yılın sonunda, Allah'ın yeryüzündeki vekili olarak adlandırdıkları Aziz Petrus'u temsil eden küçük bir altın heykel tahsis edildi.

 

Kırk dördüncü mektup daha önceki mektuplardan çok daha uzun ve içerik olarak daha ağır olduğundan siz değerli okuyucuları sıkmamak için mektubu iki kısımda yayınlamayı münasip gördük. Mektubun devamı bir sonraki yazımızda karşınızda olacak.