Avrupa saraylarında bir Osmanlı casusu- Sicilyalı Mehmed Ağa (25)
Sicilyalı
Mehmed Ağa'nın 45 yıl boyunca başta Fransa sarayı olmak üzere Avrupa'nın
değişik saraylarında hafiyelik faaliyetleri yaptığından daha önceden bahsetmiş
ve yazdığı mektupların ölümünden çok sonra Fransa'da yaşadığı evin yıkılması
esnasında döşeme altlarından ve duvar içlerinden tomarlar halinde çıkınca
bulunan bu belgelerin de Fransızlar tarafından tercüme ettirilmesiyle kitap
haline geldiğine değinmiştik. Mektuplarda yer yer olan anlam kaymaları Mehmed
Ağa tarafından kaleme alınan eski Türkçe metinlerin önce Fransızcaya oradan da
İngilizceye çevrildikten sonra bizim tarafımızdan tekrardan günümüz Türkçesine
çevrilmesinde oluşan hatalardan kaynaklanmaktadır. Bu mektuplardan örnekler
sunmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kırk dördüncü mektup
Akharemağası Eğri Boyunlu 'ya.
Eğer yazdığın gibi eski
payitahtlardan Bursa'ya gidersen, her şeyden önce kendini uzun yaşamamaya
hazırla ve genç Şehzade Mustafa'ya, Büyük Sultan Süleyman'ın torununun ve
zavallı Bayezid'in oğlunun talihsizliğini asla bildirme. Bu mutsuz durum beni
hem senin hem de eğitimi sana emanet edilen Şehzade'nin hayatı için
endişelendiriyor. Kurban ile cellat arasında geçenleri her hatırladığımda
ağlamaktan kendimi alamıyorum. Bu mutsuz çocuğun, kendisini boğacak olan ipek
ipi boynuna geçirdiği anda bile, infazı gerçekleştirecek olan kişiyi
kucakladığını ve defalarca öptüğünü bana sen söyledin. Tarihin geri kalanından
tüm Asya haberdardır ve bilinmektedir ki, bu çocuk boğulmuş olsa da ölümünde
katiline karşı zafer kazanmıştır: Çünkü yok etmek üzere olduğu bu çocuğun
okşayışlarıyla yumuşayan cellat, bir baygınlık geçirerek yere yığıldı ve
Bayezid'in oğlu bu vesileyle ölümden kurtulmuştu, eğer öncekinden daha zalim
olan diğer cellat işi bitirmeseydi.
Yaşın ve sağduyun, uzun süredir
sahip olduğun tüm Haremağalarının Reisliği görevi, çocuğun soyca sultana ait
olduğundan başka bir şüpheye yer bırakmıyor. O halde kendinizi cesaretle
donatın ve bu ıssız yerde vazifenizi en iyi şekilde yerine getirmek için
çalışın: Çocukları eğitmek kadar sıkıntılı bir şey yoktur, çünkü onlar köleleri
tarafından efendileri gibi eğitilirler ve özel kişiler gibi kurallara boyun
eğmezler.
Emin olun, size elimden gelen her türlü
hizmeti vereceğim, çünkü sizi benim için son derece değerli bir dost olarak
görüyorum: Ama neden Hıristiyanlar arasında, Müslümanların dininde doğmuş bir
çocuğu yetiştirmek için örnek olabilecek şerefli bir kişi arıyorsun?
Aklınızı bilmesem, kutsal yasamızın
düşmanları arasında misaller arayarak Osmanlı çocuklarının onları izlemesini
önermekle çok alelade davrandığınızı düşünürdüm. Bu amaçla Büyük denilen
Fransız Henry'yi seçtiniz; ve bu kadar ünlü bir kralın Osmanlı'nın en amansız
düşmanı olduğunu bilmiyor musunuz? Bu kralın, Müslümanların hükümdarlığını yok
etmek için akla gelebilecek en cesur ve en tehlikeli tasarıyı üstlendiğini ve
eğer ilahi kudret, beklenmedik bir darbeyle onu, diğer insanları olduğu gibi
kralları da yargılayan Hak Teâlâ'nın mahkemesinin huzuruna çıkmak üzere
yeryüzünden çekip almasaydı, muhtemelen bunu başarabileceğini bilmelisin. Ama
bunu, arzu ettiğin şeyde seni tatmin edemediğim için kendimi mazur göstermek
için bir bahane olarak kullanıyorum: Bu kralın tarihini size göndermemi
istiyorsunuz; bunun kısa bir nüshasıyla yetinin, yoksa size büyük bir cilt
göndermek zorunda kalacağım. Ancak, her konuda onun örneğini kullanmayın;
Fransızların yaşam biçimi, kanunları ve gelenekleri Türklerin usulüne uymaz.
Eğer talebeni muvaffak kılmak istiyorsan, onu şarkın bize verdiği
kahramanlardan birini örnek alarak yetiştir. Mustafa, İskender ile Firuz'un
tarihini, Şarlman ile Henri'ninkinden daha büyük bir kârla okuyacaktır;
Makedonya Kralı'nın oğlunun yenilgilerine ve diğerinin küçük talihine şaşmalı
mı? Lütfen bana, aynı anda hem insan doğasının zaaflarına hem de ilahî
mükemmelliklere sahip olan hangi insanlar olduğunu gösterin.
İran'ı ve Mısır'ı araştıracak olursanız,
Kuruş'u, Artakserkses'i, Batlamyus'u, Busamtik’i, Salahaddin’i, ve Tomanbay'ı,
bütün büyük kralları bulacaksınız. Ve eğer Roma'nın dünyaya gönderdiklerine
dikkat etmezseniz, Yunan topraklarında kaç tane kahraman bulursunuz? Ama
Osmanlı Ailesi'nin dışına çıkmamak için, çok iyi biliyorsun ki, biz Türklerin,
Süleyman'ın tevazusu; Ali'nin güler yüzü, Nuşirevan'ın merhameti; Osman'ın
haşmeti, Ömer'in heybeti gibi atasözleri vardır ve Ebubekir'in adaleti ister
Konstantinopolis'teki sarayında ister Babil önlerindeki çadırlarında olsun,
bugün sıradan askerlerinin hepsinden daha cesur olan Murad'ın cesareti ve yüce
gönüllülüğünden bahsetmiyorum bile.
On gün önce mektubunuzu aldım ve bu
vaktin büyük bir kısmını benden istediklerinizi toplamakla geçirdim ve
doğrusunu söylemek gerekirse, emirleriniz beni oyalamak için gerekli malzemeyi
sağladı. Bu krala uzun süre hizmet etmiş iki adamın, onun yaşamıyla ilgili,
belki de Fransızların bile bilmediği bazı ayrıntıları keşfetmiş olmalarına
kuşkusuz şaşıracaksınız. Benim kanaatim şudur ki, insanların huy ve adetlerini
bilmek, kuşattıkları ya da ele geçirdikleri yerlerin sayısını bilmekten; iyi ve
kötü nitelikleri hakkında bilgi sahibi olmak, ordugâhlarının düzenini,
kazandıkları ya da kaybettikleri savaşların sayısını bilmekten daha gereklidir.
Bütün tarihler insanların yapıp ettiklerini anlatır ve asıl amaç bu insanları
tanıyarak başkalarını irşad etmektir; çünkü tarihler genellikle insanları irşad
etmekten çok meşgul eder. Bunlar size ne öğrenmeniz gerektiğini tarihçilerin
kendilerinden daha iyi öğretecektir. Hıristiyan tarihçiler şu anda unsurlar
gibidirler; her zaman savaş halindedirler, birbirlerine karşıdırlar ve asla
anlaşamazlar.
Yukarıda adı geçen ve artık çok
yaşlı olan bu iki dost, Kral Henri'ye otuz yıldan fazla hizmet etmişler ve
birbirleriyle sıkı bir mektuplaşma sürdürmüşlerdir. Biri onun berberiydi;
diğerinin işi ise kral dinlenmeye çekildiğinde ona bir şeyler okuyarak onu
oyalamaktı.
Henri'nin dünyaya ağlamadan geldiğine dair
anlatılanlar kesinlikle bir masaldır; ama annesi Navarre kraliçesinin, onun
doğumu sırasında Fransızca bir şarkı söylediği kesindir; böylece bu prenses
diğer kadınlara ağlamadan da yatağa girilebileceğini göstermiş gibidir. Bu
soylu bebeğin içtiği ilk süt, dostumuz Şairoğlu'nun hiç tatmadığı bir lezzet
olan şaraptı. Babası ona altın bir kadehte, elde edilebilecek en güçlü şaraptan
içirdi; içine de mizacını güçlendirmek ve onu daha dinç kılmak için uygun
olduğunu düşündüğü bir karanfil koyup sıktı. Daha sonra Kuruş gibi
yetiştirildi; ilk günlerini ormanda ve çoğu zaman çobanlarla birlikte geçirdi.
İster yaz güneşinin kavurucu sıcağına ister kışın yağmura, şiddetli ayaza, kara
ve doluya maruz kalsın, her zaman başı açık gezerdi. Sanki hayatına hapishanede
başlamış gibi görünüyordu; vücudunu yorgunluğa alıştırmak ve ruhunu talihin
kazalarına karşı güçlendirmek için kaba bir saç bezine sarınarak her türlü
sohbetten uzak tarlalara hapsedilmişti.
Navarre kralı olan babası Antoni'yi
kaybettiğinde henüz dokuz yaşındaydı. Bu kralın ölümü Mustafa'ya bir ders
olabilir; çünkü önemli bir yerin kuşatılması sırasında ölümcül yarasını
aldıktan sonra, yattığı odanın duvarını yıktırarak kendi yatağına taşınmasını
sağlamış ve zafer kazanmış gibi ölerek kente dönmüştü: Büyük adamların sefil
hırsı, ölüm onları hayatlarından mahrum edene kadar kendilerini ondan mahrum
bırakmazlar. Antoni'nin ölümünden yedi yıl sonra, genç Henri Hugonot
Tarikatı'nın başı ve savunucusu ilan edildi; on sekiz yaşındayken önemli bir
savaşa katıldı; ama kendisinin savaşa katılıp katılmadığı pek bilinmiyor.
Başlangıçta talih ona o kadar ters gitmişti ki, bir savaşı kaybettikten sonra,
ordusunun geri kalanıyla birlikte altı ay boyunca kaçmak zorunda kaldı ve
neredeyse krallığın tüm vilayetlerini, şaşkınlığa uğrama korkusuyla hiç
dinlenmeden dolaşmak zorunda kaldı. Sanırım ondan önce bu kadar uzun bir
yolculuk yapan başka bir kumandan okumamışsınızdır. Annesi Kraliçe, erkek gibi
bir cesarete ve sağlam bir akla sahip bir kadınken, bir çift eldivenle
zehirlenerek öldürüldü. On dokuz yaşındayken, o sırada hüküm süren kralın kız
kardeşi Dokuzuncu Şarl ile evlendi ve hiçbir düğün böylesine kanlı bir acıyla
yapılmamıştı. O zaman ne kadar çok Hugonot'un katledildiğine inanmak zor;
Tertip düğün kutlamaları sırasında gizlice hazırlandı ve altı gün sonra öğlen
vakti infaz edildi. Bir gün içinde bütün Fransa'nın bu zavallı insanların
kanıyla öldüğü söylenir; en az yüz bin kişi katledilmişti, bunların arasında
krallığın büyük komutanıyla birlikte yirmi büyük nüfuzlu bey de vardı; Paris'te
de en az dört bin asker katledilmişti. Kral onu yanına çağırdığında, öfkeli bir
ses tonu ve sert bir yüz ifadesiyle şöyle konuştu Henri, seni bağışlamak
istediğim için hayattasın; ama isyanında ısrar edersen seni bağışlamayacağım:
Şu iki şeyden birini seçya kilise ayini ya da ölüm. Eğer ayinin ne
olduğunu bilmiyorsan, sana başka bir mektupta göstereceğim. Bu prens, hayatını
kaybetmektense ayine gitmeyi tercih etti ve bu nedenle de inandığı dinden
açıkça vazgeçti. Bu iki yaşlı adam, Neron ya da Kaligula'nın sarayının hiçbir
zaman Fransa'daki gibi ahlaksız olmadığını söylüyorlar. Hiç kimse Buffonlardan
daha revaçta değildi ve hiçbir zaman en kötü türden ahlaksızlıklar bu kadar bol
olmamıştı; Büyücülükler, soygunlar, suikastlar ve diğer tüm suç türlerine öyle
bir şekilde izin verildi ki, tüm kanunlar ve iyi düzen yıkılmış gibi
görünüyordu. Navarre kralının eski dinini politika gereği mi, yoksa Katolikler
arasında gördüğü bir fesat yüzünden mi benimsediği bilinmiyor; ancak bir süre
sonra o kadar inatla bağlı olduğu Kalvinciliğe geri döndü ki, birkaç yıl bu
mezhepte yaşadıktan sonra, Fransa krallığının tadını barış içinde çıkarmak,
Roma papasıyla uzlaşmak ve Roma dinini yeniden açıkça kabul etmek için
kendisine büyük bir şiddet uygulamak zorunda kaldı.
Hiçbir prens kadınları onun kadar
sevmemiştir. Bu tutku, hayatının bütün günlerinde onun üzerinde hüküm sürdü ve
kişiliğinde iki farklı tabiat görüldü: Savaş meydanlarında yenilmez bir cesaret
ve kadınlara karşı öyle bir tutku vardı ki, sık sık onların arasında ağladığı
görüldü. Herakles'ten daha büyük zayıflıkları vardı ve bunlarla övünürdü. Tüm
Fransa'nın en cesur adamı olan Guise düküne teke tek dövüş için meydan okudu;
ancak kral, dövüşü engellemek için yetkisini kullandı.
Bu kral gençliğinde öyle bir şey yaptı ki,
bizim dervişler bunu kayıtlarına çok dikkate değer bir olay olarak
geçirmişlerdir. Bir meydan savaşına çıkacağı gün, ordusunun ortasında at
sırtındayken, ırzına geçtiği genç bir kadının namusunu açıktan açığa temizledi
ve şu sözleri söyledi bu gördüğünüz kadını zorladım ve yalvarmalarım onu
şehvetime teslim etmediğinde tehditler savurdum. Beni duyan herkes verdiğim
kötü örnekten nefret etsin. Bu şekilde haksızlığa uğrattığım sana gelince,
kendine bir koca seç ve benden sana verdiğim zararı telafi edecek bir pay al.
Sanki bu övgüye değer eylemi ilahi bir takdire mazhar olmuş gibi görünüyordu;
çünkü hemen ardından savaşa girerek birkaç askerle koskoca bir orduyu bozguna
uğrattı.
Kendi cinslerine olan düşkünlüğünden dolayı
Henri'ye kötü gözle bakmayan hanımlar, bu kralın her zaman Hugonot tarafının
başı olduğu savaş işleriyle yakından ilgilenmişler ve çok uzun süren bir
atasözünün ortaya çıkmasına neden olmuşlardı
Bir yandan da kimileri sulh,
kimileri de harp taraftarı idi; bu harbe Kadınlar Harbi adı verildi. Bu kral o
kadar çok savaşa katılmıştı ki, sanırım bu konuda hiçbir kralın ona
yaklaşamadığını söyleyebiliriz: Çünkü kim bir günde iki savaşa girip de galip
gelebilir ki?
Kral Dokuzuncu Şarl bu sırada
ölünce, ana kraliçe büyük bir üzüntü içinde, Sigismond Augustus'un ölümü
üzerine birkaç ay önce Polonya kralı seçilen diğer oğlunu çağırttı.
Söylendiğine göre, kralın ölümünden haberdar olan Şarl'ın halefi, gece vakti
Krakovya'dan sadece sırdaşı olan iki kişiyle birlikte kaçmış ve Venedik'e çekilmişti;
Söylendiğine göre, bu ünlü kentin saraylıları, Fransızların Napoliten
hastalığı, diğerlerinin de Fransız çiçeği dedikleri bu hastalığa yakalandığı
için tacı bizim Henri'ye emanet etmişler; o da tacı Valois soyunda devam
ettirecek çocuk sahibi olamamış.
Hıristiyan bir derviş tarafından
öldürülen Üçüncü Henri'nin vârissiz ölmesi ve tahtının farklı talipler
tarafından aranması üzerine, sadece doğuştan hak sahibi olan Henri, babalığı
sayesinde bu hakkın efendisi oldu; savaşta gösterdiği gayret ve cesareti
sayesinde tüm engelleri aştı. Hakkını benzersiz bir cesaretle korudu ve kendini
en büyük basiretle taşıdı; yine de en büyük başarılarını yüreğinin büyüklüğüne
borçluydu. Bazen güçlüklerle karşılaştı, ama çoğu zaman tüm muharebelerden
galip çıktı ve kazanılan muharebelerden sonra daha gururlu olduğu
gözlemlenebilirdi, çünkü bu muharebeleri kazanmasına yardım eden askerlerle
daha önce olağanüstü bir yakınlık kurmuştu.
Atlarını görmek için sık sık ahırına
gider ve en sadık yandaşları olarak adlandırdığı bu mahluklarla birlikte
uyurdu. Kendisini tahta götürecek yol ne kadar zor olursa olsun, yılmazdı; bu
zorluklar yalnızca cesaretini artırmaya yarardı. İspanyolların düşmanlarıyla
birleştiğini gördü; yine de birkaç sadık askerden başka hiçbir yardım almadan tek
başına, Titus'un Kudüs'ü kuşatmasından bu yana en ünlü kuşatma olan Paris'in
önünde oturdu. Bu krallık payitahtının sakinlerini, bir süre için şehrin en iyi
insanlarının bulabileceği en zengin lezzetler olan sıçanları, fareleri,
köpekleri ve kedileri yedikten sonra, hayal edilebilecek en sefil etlerle
yaşamaya mahkûm etti. Ama bütün bunlar yüzünden birkaç saldırıdan sonra
kuşatmayı kaldırmak ve Katolikler arasındaki tüm rahiplere hükmeden prensle
anlaşmak zorunda kaldı ve kendisine bulaşmış olan ve düşmanlarına bir bahane
olarak hizmet eden Kalvinizm'den tekrar vazgeçti. Kendisinden önceki selefleri
nasıl taç giymişlerse o da aynı şekilde taç giydi. Pek çok savaş, yağma ve her
türden insan tarafından yapılan saldırılar nedeniyle harap olan Krallığını yönetmeye
başladı ve iyi yönetimiyle onu öyle onardı ki, kısa sürede onu süsleyecek
duruma geldi.
Birçok muazzam köprü yaptırdı,
ihtişamlı binalar yükseltti ve zamanın ahlaksızlığının yıktığı iyi nizamları
yeniden kurabilecek hiçbir şeyi unutmadı.
Ama bu kralın tahta oturur oturmaz
bize karşı tasarladığı şey, size aynı anda hem korkunç hem de hayranlık verici
görünecektir. Düşmanlarıyla umumi bir sulha varır varmaz, insanoğlunun icat
ettiği en cesur tasavvurun temellerini attı; bu tasavvurla ne Sezarların
ilkinden ne de Asya fatihinden aşağı kalmadığını gösterdi.
Dünyadaki tüm saltanatları yıkmayı, dünyanın
tüm işlerine yeni bir çehre kazandırmayı ve de Devlet-i Aliyye’yi kısa bir süre
içinde yok etmeyi üstlendi. Ama böyle büyük bir girişime başlamadan önce,
krallığın tüm borçlarını ve özellikle de kendi borçlarını ödemek istiyordu; bu
borçların toplamı yüz milyona yakındı ve krallığı satmadan ya da halkı ikna
etmeden bu kadar çok para bulmak müthiş bir şeydi; yine de bu parayı bulduğu ve
onunla bu borçları ödediği doğrudur.
Hıristiyan âlemini, beşi veraset
yoluyla gelen krallara, altısı seçimle gelen krallara tabi olacak ve geriye
kalan dördü de cumhuriyet olacak şekilde on beş eşit egemenliğe bölmek
istiyordu.
Bu bölünmeyle papaya kiliseye ait ülkeleri
bıraktı ve bunlara Napoli krallığını, Sicilya'yı ve İtalya'nın büyük bölümünü
bir cumhuriyete dönüştürdü; Papa'ya her yıl altın bir haç ve dört bin pul verme
yükümlülüğü getirdi. Yalnızca Venedik, kanunları ve gelenekleriyle olduğu gibi
bırakıldı. Ama bu cumhuriyete, adalar bölgesinde bizden alınacak krallıklar ve
adalar, Roma piskoposuna ayaklarını öpmek için bir elçilik ve her yirmi beş
yılın sonunda, Allah'ın yeryüzündeki vekili olarak adlandırdıkları Aziz
Petrus'u temsil eden küçük bir altın heykel tahsis edildi.
Kırk dördüncü mektup daha önceki
mektuplardan çok daha uzun ve içerik olarak daha ağır olduğundan siz değerli
okuyucuları sıkmamak için mektubu iki kısımda yayınlamayı münasip gördük. Mektubun
devamı bir sonraki yazımızda karşınızda olacak.